90'lı yılların ortasında patlayan Tarantino taklidi suç gerilimi/kara komedi furyasının bir parçası olarak yazılmış gibi...
Yazar: Oktay Ege KozakMotel, sanki 90'lı yılların ortasında patlayan Tarantino taklidi suç gerilimi/kara komedi furyasının bir parçası olarak yazılmış ve 20 yıl sonra bir şekilde çekime sokulmuş. Hatırlayanlar vardır aranızda, 90'lı yılların başında Reservoir Dogs ve Pulp Fiction sinema dünyasında patlayınca bir sürü yapımcı Tarantino’nun stilini taklit edip kolaydan para koparmanın yolunu aramaya başlamıştı.
Bu yüzden 90'lı yılların sonunda popüler kültür üzerine doktora derecesine sahipmiş gibi konuşan soyguncular, teknik detaylara girmekten haz alan 10 dakikalık monologlar veren kötü adamlar ve aşırı kanlı şiddeti hınzır bir kara komedi stili ile dengelemeye çalışan kopyalar ile karşılaşmıştık. Usta film eleştirmeni Roger Ebert, zamanında bu kopyalar hakkında ‘notaları biliyorlar, ama müziği nasıl çalmaları gerektiğini bir türlü bulamıyorlar’ demişti.
Neyse ki 2000'li yıllar başladığında Tarantino’nun 90'lar etkisi söndü ve Tarantino’nun kendisi bile 90'lar stilini geride bırakarak intikam sömürü sineması türünü peşpeşe tekrarlamaya karar verdi. İşte bu yüzden 90'lı yıllarda çekilse bir Tarantino kopyası olmaktan ileriye gidemeyecek Motel’in nasıl olup ta 2014 yılında A-sınıfı yıldızlarla dolu bir film olarak vizyona girdiğini anlamak zor. Tahminim şu ki, filmin yapım aşaması sırasında verilmiş acayip kararlara odaklanan bir belgesel, Motel’in kendisini izlemekten katlarca daha ilginç olacaktır.
Hikaye, Jack (John Cusack) isimli kiralık bir katilin esrarengiz bir çantayı mafya babası Dragna’ya (geçmişteki efsanevi rollerinin parodisi haline dönüşmüş olan Robert De Niro) vermek için Bates Motel’in beceriksiz bir görüntü yönetmeni tarafından taklit edilmiş versiyonu bir motelde beklemesi etrafında oluşuyor. Bu zoraki kasvetli gece boyunca Jack, klişe altın kalpli bir fahişe (Rebecca DaCosta), o fahişenin karikatürden fırlama iki pezevengi, çantanın peşinde iki psikopat polis ve sırf acayiplik olsun diye senaryoya sıkıştırılan tekerlekli sandalyeli nevrotik motel sahibi (bu tarz bir role Crispin Glover’dan başka kim oturtulur?) ile uğraşmak zorunda kalır.
Tabii bu gerçekdışı karakterlerin varolmasının tek sebebi bu kadar boş bir konsepti uzun metraj film süresine uzatmak ve yeniyetme yazar/yönetmen David Grovic’in ne kadar da yaratıcı, acayip ve ‘orijinal’ bir sinemacı olduğunu göstermek. Bu mantık düşmanı senaryonun çekime girmesini bırakın, okuyan yapımcıların nasıl direk çöpe atmadığına şaşırmak lazım. Senaryonun bütünü karakterlerin yaptığı mantık dışı seçimlerle dolu.
Sırf acayip görünsünler diye biri tek gözlü, diğeri cüce pezevenklerin ayıldığı anda ikisini de öldüreceği bariz olan Jack’i bayılttıktan sonra sırf ‘sıkıldıkları ve artık uğraşmak istemedikleri’ için öldürmekten vaz geçmelerini ele alalım mesela. Veya hiç bir an aralarında bir bağlantı hissetmememize rağmen Jack ve fahişenin birden birbirlerine aşık olmalarını, birbirlerinin hayatlarını kurtarmak için kendi hayatlarını tehlikeye atmalarına değinelim.
Seven’dan çalıntı (Bir 90'lar etkisi daha) üçüncü perdesinden, gülünesi bir biçimde post-prodüksiyon sırasında filmin sonuna yalapşap takıldığı bariz ‘sürpriz’ finalinden bahsetmesek en iyisi. Fakat sanırım filmin asıl acayipliği kimsenin bilmediği bir kaç filmde oyunculuk yaptıktan sonra David Grovic’in yazar veya yönetmen olarak belli bir profesyonel deneyimi olmamasına rağmen nasıl olup ta Cusack ve De Niro gibi yıldızlarla dolu bir filmi çekmeyi başardığında yatıyor. Bu konuda aklıma gelen tek teori, Grovic’in filmin yapımcılarını utanç verici pozlarda gösteren bir kaç fotoğrafa sahip olması.
Ölümsüz bir John Cusack hayranıysanız genel Cusack sinemasını bırakın, spesifik olarak otellerde geçen Cusack filmleri konu olduğunda bile çok daha başarılı seçenekleriniz var. Bu bakımdan korku severlere Identity veya 1408, komedi severlere ise Hot Tub Time Machine’i tavsiye ederim.