İyi oyunculuklar, zayıf senaryo...
Yazar: Banu BozdemirYazdığı senaryoların başarısı tartışılmaz olan Paul Schrader, yönetmenliği her ne kadar senaristliğinin arka planında kalsa da son zamanlarda daha çok yönetmenliğiyle ön plana çıkıyor. Öyle ki Taxi Driver gibi muhteşem filmi bir haftada yazdığı söylenir ki bu bile daha çok senarist olarak anılmasına iyi bir sebep. Bunun yanında sinema yazarlığı da vardır ki, kendisine bu anlamda en iyi eleştiriyi kendisinin yapacağını söyleyerek The Canyons / Şöhret Tepesi’ne dikilelim diyorum. Öncelikle, Şöhret Tepesi bende seksenler havasıyla birlikte inanılmaz bir dizi tadı bıraktı. Yani bir yerli film bu tatta karşımıza çıksa eminim ki çoktan yerden yere vurmuş, zengin ve şımarık erkeğin yanında yer almak için varını yoğunu ortaya koyan fakir kızın aslında ortaya çıkmayan dramı karşısında gülmekten taş kesilmiştik. Ama işin içinde Gus Van Sant olunca sanırım film bir anda "kara film" etiketini kapıyor, festivallere katılıyor ve bütün klişelerden saplantılı bir hikaye yaratmayı başarıyor. Gerçi yönetmenin 2008 yapımı filmi Adam Resurrected filmine göz atınca en ilginç İkinci Dünya Savaşı filmlerinden biriyle karşılaşıyoruz ki nefret ve sevgi dengesi en az bu film kadar enteresan!
İnsan tabii Paul Schrader ve American Psycho’nun yazarı Bret Easton Ellis ikilisinden daha fazla şey bekliyor ama senaryonun zayıflığı filmin her yerini kaplıyor. Daha doğrusu filmin başında yaratılan planlarla destekli konu, masadan kalktıktan sonra yerini boşluğa bırakıyor. Düşük bütçe ve zayıf senaryonun etkisiyle bir çiftin samimiyetten uzak ve bir ölçüde birbirini kollayıcı olmaya çalışan hikayesi kara filmin kötü bir örneği olarak hafızalara kazınıyor, o yüzden filmin ulaşmaya çalıştığı (yazarının da etkisiyle) Amerikan Sapığı imajı yerle bir oluyor.
Filmin sinema sektörüne dair söyleyecekleri de var tabii, tanınan bir oyuncu olmanın egosu ve bunu kullanma biçimleri… Kadına bakış açısı ve kadının kendini konumlandırması da filmin değinmeye çalıştığı ama bunu yaparken ‘havada’ kaldığı izlenimini fazlaca yaratan bir film. O yüzden sakince izliyor ama bir yandan da ne yapmaya çalıştığına dair bir ipucu yakalamaya çalışıyorsunuz ama gerçekten de nafile bir çaba!
Filmdeki oyuncu ve oyunculuklardan bahsetmeyi çoğu zaman gereksiz bulsam da bu film sanki herşeyini bunun üstüne kurmuşçasına bir rahatsızlık yaratma derdinde. James Deen ve Lindsay Lohan da bunu gayet iyi başarıyor. Özellikle Lohan deforme olmuş yüzüyle filmin yaratılmak istenen algısına fazlaca oturuyor. Bir oyuncunun alışık olduğunuz kalıpları değişince seyirci olarak siz de rahatsız oluyorsunuz, bunu bir kez daha deneyimlemiş oldum Lohan’ın botokslu suratıyla! Deen ise bu filme varlığıyla pek bir şey katmıyor ama yine de filmin ısrarlı ‘b’ kafasına oturuyor diyebiliriz.
Karşımızda pek bir şey vaat etmeyen bir film var, erotik gerilim tanımlaması bile filmi kurtarmayacak gibi görünüyor. Lohan’ın rahatça ortaya serilmiş vücudu kadar bile öykü yok filmde. O yüzden tatminsiz bir durumda izlemeniz mümkün.
twitter.com/BanuBozdemir