DC evrenini kurtaracak film nihayet geldi mi?
Yazar: Fatih YürürArtık beyazperdede ciddi bir DC ve Marvel kapışmasından söz edebilmek pek mümkün değil. Nitekim Marvel’ın 10 yıllık süreçte ince ince işlediği, öncesinde de sinematik evrenin temellerini sağlıklı bir biçimde attığı öykü evreni; artık aksiyonu kadar karakter derinliği ve alt öyküleriyle de, hedeflediği cazibeyi yakalamış durumda. DC kanalında ise, işler bir sinematik evrene evrilmeden önce yer yer sağlıklı gidiyordu diyebiliriz. Fakat DCEU’nun miladı kabul edilebilecek Man of Steel’in ardından işler, pek de herkesi memnun edecek şekilde gelişmedi.
Halbuki umutlar epey yüksekti. Watchmen, 300 ya da Sucker Punch gibi uyarlamalar sayesinde meseleye fazlasıyla idmanlı olan Zack Snyder, yönetmen koltuğuna oturtulabilecek en makul isimdi. Senaryo kısmında ise Christopher Nolan ve öykü dehası David S. Goyer gibi iki dev isim vardı. Gel gelelim The Dark Knight gibi bir modern efsanede tutan formül, Superman’i şaha kaldıramadı. Bunun bir diğer sebebi, elbette demode bir öyküye güncel bir kılıf giydirme çabasıydı. Tasarlanan öykü evreninin hacmi düşünüldüğünde bu kaçınması zor bir gereklilikti. Dürüst olalım, bu tercih Man of Steel’i kesinlikle kötü bir film yapmadı ama ortaya çıkan sinemasal mahsul pek çoğumuzu da tatmin etmedi.
Bu noktadan sonra sanırım DCEU’nun en önemli handikabı, tasarlanan bu evrene dair üretilecek öykülerin ağırlığının salt Zack Snyder’ın omuzlarına binmesiydi. Bu süreçte yaşamış olduğu trajediler ve travmatik olayların da yapımlara pek iyi yansımadığı söylenebilir. Nihayetinde yapımcılar en büyük dayağı Batman v Superman: Dawn of Justice sonrasında yediler. DC’nin bir an önce Justice League ekibini toparlayıp, beyazperdede Avengers karşısına dikme çabası; zincirleme tutarsızlıklar sunucunda hızlıca yere çakıldı. Fakat en kaba tabirle Batman ve Wonder Woman gibi iki karakterin imaj yolculuğunun ilk adımı olan BvS, genişleyecek olan öykü evreninin köprüsü olma görevini de öyle ya da böyle yerine getirdi.
Fakat öykü evrenini açmak için toparlanan Suicide Squad ve BvS’nin hüsranını aratmayan Justice League sonrasında DCEU’nun kartları da hızla tükenmeye başladı. Wonder Woman hiç kuşkusuz, öykü evrenine dair en fazla olumlu eleştiri alan filmdi ama beklenen patlama da bir türlü gerçekleşmedi. Üstelik yapımcılar David Ayer ya da Patty Jenkins gibisinden doğru yönetmenlerle çalıştıkları halde. Tam da bu noktada yeni Aquaman filminin yönetmen koltuğuna oturan James Wan’ın “DC’nin İlahi Kurtarıcısı” olacağının iddia edilmesi, efsunlu bir safsata gibi gelebilir. Eserin manevrasını büyük oranda yapımcıların belirlediği bir habitatta, yönetmen olarak markaya vurabileceğiniz mühür sanıldığı kadar etkili olamayabilir. Neyse ki Aquaman bu genellemenin dışında kalabilecek bir yapım olmuş!
Aquaman, perdede en zorlu mücadeleyi verecek olan süper kahramanlardan biriydi. DC’nin, daha ilk uyarlamada, karakterlerinin kolektif hafızalara kazınan imajlarına sadık kalmama gibisinden garip bir huyu var. Daha ilk etapta iki sarışın karakterinin imajını baştan aşağı değiştirmesi elbette tepki topladı. Yine bir Marvel kıyasına gidecek olursak, MCU’nun en önemli hassasiyeti, karakterlerini mümkün olduğu kadar çizgi serilerdeki ilk versiyonlarına yaklaştırmaktı. Hatta tam anlamıyla “liseli gibi liseli” bir Peter Parker görebilmek için bile serinin 3 defa yeniden başlamasını bekledik.
Neyse ki Aquaman’in bu ayrıksı rockstar imajına da kısa sürede alıştık (sanki başka bir alternatifimiz varmış gibi). Bunun en önemli sebebi Jason Momoa’nın karizması ve sempatisi tabi. Zaten Justice League ile birlikte karakteri izleyiciye ısındırma görevi de başarıyla yerine getirildiği için artık ortada yadırganacak bir durum yok. Biraz da bu sebeple “karakter doğuşu” öyküsünü hızlı bir biçimde geride bırakarak, seri halde orijin öyküsüne soyunmakta sakınca görmemişler.
Aquaman, temelde bir Kral Arthur hikayesi. Hatta bir yanıyla da Tolkien’in eseri Beren ile Luthien’in aşkına da ev sahipliği yapıyor (varyasyonlar çoğaltılabilir ilk aklımıza gelenleri iliştirelim de). Kendisine dayatılan evlilikten kaçan Atlantis Kraliçesi Atlanna, bir deniz fenerinin kıyısına vurur. Orada Tom ile tanışır, ona aşık olur ve bir de çocuk yapar. Bu çocuk, Atlantisli kanı taşıyıp da karada doğan ilk dünyalı çocuk olan Arthur’dur. Günün birinde Atlanna, ailesinin güvenliğini sağlayabilmek için okyanusa geri döner. Yıllar geçer ve Arthur’un Atlan’ın Üç Dişi Mızrak’ı peşindeki yolculuğu başlar. Atlantis’li kardeşi Orm, tüm okyanus dünyasını bir araya getirerek dünyayı yerle bir etmeyi planlamaktadır.
Evet! Okurken bile geniş geniş esnemenizi sağlayacak olan bu öykünün türlü varyasyonlarını uzun bir süre daha izlemeye devam edeceğimiz ortada. Neyse ki Will Beal ve David Leslie Johnson – McGoldrick ikilisinin kalemi, öyküye bir şans vermenizi sağlayacak kadar güzel hamlelerde bulunuyor. Buradaki bir diğer önemli etken ise Furious 7 sayesinde yüksek bütçeli yapımlarda da manevra kabiliyetini göstermeyi başaran James Wan’ın öyküye dokunabilecek kadar yaklaşabilmesi. Ne yazık ki önümüzde fazlasıyla iki boyutlu ve katmansız bir öykü var. Fakat, Wan; DCEU’nun uzun bir süredir serisinden uzaklaştığı bir başka faktörü izleyiciye hatırlatıyor: Eğlence!
Aquaman, ne Suicide Squad kadar cıvık ne de Justice League kadar eğlenceden yoksun bir film olmuş. Wan’ın alametifarikası görsel dili ve aksiyon sahnelerinin çoğunlukla karambolden uzak bir biçimde işlenmesi filmin en önemli artısı. Özellikle Sicilya çatılarında harlanan aksiyonun Uncharted ya da Tomb Raider gibi deli fişek video oyunları anımsattığı, çok sık duyulan eleştirilerden biri. Bu noktada bu eleştiriyi olumlu bir şekilde değerlendirmek de mümkün çünkü böylesine temiz bir aksiyon sunan kaç tane oyun firması var ki?!
Karşımızda karakter profili açısından da oldukça zengin ve kalabalık bir öykü var. Açıkçası hatunların göz bebeği Jason Momoa ile Amber Heard kimyası, -dikkat burası biraz abartı barındırıyor olabilir- Mr. And Mrs. Smith’ten bu yana perdede gördüğümüz en iyi kimyalardan birine sahip. Zaten Momoa, Hollywood’un son dönem stereotip olarak çıkardığı blockbuster yakışıklılarından çok daha farklı ve kendine has bir cazibeye sahip orası kesin! Willem Dafoe’nun Vulko, Nicole Kidman’ın Atlanna güzellemeleri de misafir oyuncudan hallice olmakla birlikte fazlasıyla dengeli. Aksiyon arenasının aranan isimlerinden biri olan, gönüllerin Jango Fett’i (bazen de Boba Fett’i) Temuera Morrison’u Arthur’un babası Tom Curry rolüne epey yakıştırdığımızı söyleyebilirim. Dolph Lundgren’i de uzun zaman sonra Kral Nereus gibisinden sağlam bir rolde görmek ise ayrı keyifti.
Peki ya kötü adamlar? DCEU’nun en büyük eksikliği, kötü adamlarının fazla etkisiz bir şekilde kullanılmasıydı. Hatta Michael Shannon’un Zod çeşitlemesinin ardından kötüler neredeyse tamamen geri plana itildi. Öyle ki Superman’in en büyük baş ağrısı Doomsday’in, dakikalar içerisinde seri şekilde pataklanması sebebiyle “sıradaki kötü kim olacak?” sorusu bile değerini yitirdi. Bir diğer arızalı DC kötüsü Steppenwolf’un da akıbeti pek farklı olmadı hani! Neyse ki; Patrick Wilson’un perdeye taşıdığı ve sinematik evrenin belki de ilk adam akıllı kötü karakter olma ünvanını taşıyan Orm, bu konudaki açıklığı dolduruyor. Filmin bir diğer kötüsü olan ve uzun süredir de merak konusu haline gelen Black Manta’nın aynı motivasyona sahip olduğunu söyleyebilmek biraz zor. Kartondan DC kötülerini özlediyseniz o başka!
Nihayetinde Aquaman DC’yi kurtarır mı yoksa batırır mı bunu zaman gösterecek ama 200 milyon dolarlık bütçeyi, dünya çapında 500 milyon dolara dönüştürmeyi başardı şimdiden. Her ne kadar Amerika’da ilk 3 günde en düşük açılışı yapan DCEU filmi olsa da, değerinin zamanla anlaşılması ihtimal dahilinde! Belki de ileride okyanusun bu kısımları iyiden iyiye değerlenir, kim bilir!