Vicdani ret için silaha dokunmamak yeterli mi?
Yazar: Orkan ŞancıŞu cümledeki çelişkiyi görmek zor olmamalı: “Savaşa giden bir vicdani retçi, kahraman olur”.. Vicdani ret olayına değineceğiz ama önce şu “kahraman yaratma” mit’ini sorgulayalım: Kahramanlık hikayelerindeki “abartı”ya yatkınlık mesela. Her savaş, her çetin mücadele, her sivil direniş, kendi kahramanlarını yaratır ve çoğu zaman onlar gerçekten de kahramandırlar.
Zaten “Hacksaw Ridge” de gerçek bir kahramanı, ABD ordusu tarafından kahramanlık madalyasıyla ödüllendirilmiş tek vicdani retçi Desmond Doss’un öyküsünü anlatıyor. Filmi izlediğinizde neden katıksız bir abartı duygusu hissediyoruz öyleyse?
“Abartı”nın ve yönetmenin bazı takıntılarının “öz”e zarar vermesinden kaynaklanıyor olabilir mi?
Tüm cevapları vereceğiz ama gelin daha genel bir soruyla pekiştirelim: O tarihi anlara tanıklık edenler zaten büyük bir olayı daha da büyükleştirme gereği niçin duyar? Toplumları bireylerden daha iyi hale getirmek, onlardan ulus yaratmak için neden destanlara ihtiyaç vardır? Ulus yaratmak için “kahramanlar yaratma” görünmez bir tutkal mıdır?
Yanlış anlaşılmamak için baştan parantez açalım: Bizim gibi özgürlüğünü işgalcilere karşı savaşarak kazanmış bir ulus mevzu bahis ise, ortada gerçekten bir destan vardır ve bu asimetrik savaşı kazanan kahramanların isimleri tarihçiler tarafından zaten kaydedilmiştir. Böyle bir savaşın nesilden nesile aktarılması, her defasında gururla anlatılmasından daha doğal bir şey olamaz. Ulus olma bilinci böyle doğar. Amacınız ulus-devlet ise bu kaçınılmazdır. Abartı mı? Mutlaka vardır ama “öz”ü doğrudur. Peki ABD sineması konu savaş olunca neyle gurur duyar? İngilizlere karşı verilen bağımsızlık mücadelesiyle mi? Modern zamanlarda Hollywood’un ürettiği filmlere bakarsak bu konu pek ilgi alanlarına girmiyor galiba. Kimi zaman Vietnam, kimi zamansa iki Dünya savaşına neden katılmak zorunda kalındığının birer açıklaması gibiler daha çok. Nesillere karşı bir aklanma ihtiyacı gibi. Bu filmlerde, günümüze dair jeopolitik mesajların da ötesinde, ABD askerlerinin neden uzak coğrafyalarda “kalmaya devam etmesi” gerektiğinin de alt metinlerine rastlamaz mıyız?
Çok soru sorduk ama biraz daha devam edip vicdani ret meselesine gelelim: Sizi bilmem ama benim aklıma ilk önce Muhammed Ali geliyor. Çünkü vicdani ret denilince ardında bir ideoloji olması gerekir. Ne demişti büyük sporcu: “Vietkonglular bana hiçbir şey yapmadı, neden onları öldüreyim?”. Vietnam Savaşı’na gitmeyi reddetmesini bu kadar basit bir mantıkla açıklayıvermişti işte. Hepsi bu kadardı. Ünvanlarını, kariyerini, her şeyi gözden çıkardı. İdealinin arkasında sonuna kadar durdu, sonunda kazanan o oldu.
Peki, “Hacksaw Ridge”de şeytani birer figüran olarak gösterilen Japon askerlerinin patır patır öldürülmesini izlerken, vicdani retçi Desmond’u Hz. İsa gibi gösteren kamera açılarıyla oradan oraya “katolik dualarıyla yaraları iyileştiren bir şifacı” olarak resmetmekten bir kahramanlık öyküsü çıkar mı? Eğer Desmond “savaş bir cinayettir” ve “öldürmeyeceksin” düsturuna bağlıysa en azından kendisini, bizzat kendi savından hareketle “cinayet işleyenlere yardım ve yataklık”la suçlayamaz mıyız?
Bu kadar soru yeter, şimdi asıl cevaplara geçelim.
2006’da çektiği “Apocalypto” ve başyapıtı “Braveheart”la yönetmenlikteki rüştünü ispat etmiş bir aktör olan Mel Gibson, 10 yıl sonra yeniden kamera arkasında. Bu nedenle kariyeri açısından çok kritik bir noktada. Özel hayatındaki skandallar, verdiği ırkçı demeçler yüzünden zor bir dönem atlatan sinemacının hem kendine uygun hem de özellikle Trump’ın yükselişini müjdeleyen Amerikan milliyetçiliği damarına hitap eden son derece akıllı bir hamle yaptığını düşünebiliriz. (O çok sevdiği “boğaz kesme” sahnesini bu filmde de kullandığını ama ilk kez belki de bir Amerikan askerinin o şekilde kötü görüneceğini düşünerek sansürlemeyi tercih ettiğini tam da bu noktada not düşelim). Asıl sorun daha büyük. Sorun, gerçekten yaşamış ve film sonundaki röportajlarda hikayesinin pek de abartılmadan anlatıldığını düşünmemiz istenen Desmond’la ilgili. Vicdani retçi olarak ABD tarihinde ilk ve tek örnek olduğunu söylemiştik. Bunun nedeni Desmond’un silah kullanmama, adam öldürmeme motivasyonunun tamamen dinle, tam olarak söyleyecek olursak Katolik inancına dayanıyor olması. En zor anlarda bile İncil’ini yanında isteyen Desmond’u anlamak zor. Bu “kurtarıcı” hikayesi, Mel Gibson’ın elinde “The Passion of Christ” olmaya ramak kalmış neredeyse. Başta da vurguladığımız gibi, savaşlardan kahramanlık hikayeleri çıkartmak, bunları kimi zaman bazı yönleriyle abartarak gelecek nesillere aktarmak önemli olabilir ama kamera arkasında Mel Gibson olunca hikaye bir tür “inanç güzellemesine” dönüşmüş gibi. Bu da bizi, Desmond’un zihninde “inanca dayalı kodlar”ın nasıl oluştuğu sorusuna getiriyor. Bunun yanıtı filmde yok. Gibson’ın kalabalık çatışma sahnelerinde grafik şiddeti tüm gerçekçiliğiyle kullanmaktaki ustalığını teslim etsek bile filminin omurgasını oluşturan o asıl omurga yani “inanç” motivasyonunun temeli yeterince sağlam atılmamış görünüyor.
Genç hemşire Dorothy’de aşkı bulmuşken genç bir adam, üstelik insan öldürmemeye yemin etmişken, savaşa gitmeye neden bu kadar istekli? Çevresinin ona “korkak” demesine de pek aldırış ediyor gibi görünmüyor. Neden ülkesi için hizmet etmeye bu kadar takıntılı? Neden alkolik savaş gazisi babası bile onu vazgeçiremiyor? Desmond askeri mahkemede tam da bu soruya “Japonların Pearl Harbour’a saldırmasını kişisel olarak algıladım” yanıtını veriyor. Gerçekten de bu kadar mı yani?
Bana kalırsa tarihteki vicdani ret vakalarının en önemlilerinden biri olan Desmond Doss olayını “katolik inancına sahip takıntılı bir gencin idealleri uğruna ölmeyi göze alıp savaşa gitmesi” olarak yorumlayan “Hacksaw Ridge”, diğer tüm vicdani retçilere haksızlık yapıyor. Filmi izlediğinizde göreceğiniz gibi, kanıksamış olsak bile yine de her defasında antipatik gelen aşırı milliyetçi diliyle de rahatsızlık veriyor. Trump-sever Clint Eastwood’un bile savaşın Japonya ayağını her iki tarafın gözünden anlatabilme uğruna iki ayrı film çekme zahmetine katlandığını hatırlayacak olursak Mel Gibson’u kolaylıkla “tribünlere oynayan” biri olmakla suçlayabiliriz. Dahası gerçek bir kahraman üzerinden inanç propagandası yapmakla bile eleştirebiliriz. Kendileri inanmasalar bile sırf Desmond inanıyor diye duaya katılan ABD askerlerinin sonunda zafere ya da ölüme ulaşması, gerçekten böyle bir filmin mesajı mı olmalıydı?
Oyunculuklara gelince. Başroldeki Andrew Garfield zaten tuttuğumuz bir yetenek ve “Never Let Me Go”
filminden beri yakın takibimizde. Onun yüzünde bir an bile sahtelik bulamazsınız; aşık olduğunda da inandığı değerleri savunduğunda da -ki bu çok az bulunan bir yetenektir. Dorothy’de güzel oyuncu Teresa Palmer, yakışıklı gence “çabuk” aşık olduğu izlenimi verse de, gözyaşlarını biraz fazla akıtsa da, iyi bir performans veriyor. Desmond’ın alkolik babası Hugo Weaving ise şaşırtıcı şekilde abartılı bir oyunculuk sergilemiş. Onun tecrübesinde bir aktörden daha minimal ve etkili bir performans beklemek hakkımız değil mi? Sam Worthington ise Yüzbaşı Glover rolünde bana sorarsanız son derece inandırıcı.
Eksiklere ilave olarak Desmond’dan önce orduya yazılan ağabeyine ne oldu? Resmen unutulmuş onun hikayesi öyle değil mi? Dahası ABD ordusunun komutanlarının savaşa/ölüme göndereceği askerlere davranışındaki kibarlık nedir öyle? Desmond’ı ya da “ben silah kullanmam” diyen herhangi bir askeri ikna etmek zorunda olmak da neyin nesi? Yoksa bunlar da abartının birer parçası olabilir mi?
Sonuç olarak teknik açıdan kimsenin söz söyleyemeyeceği bir işçilik var ortada. Mel Gibson, savaş sahnelerinde gayet yetkin hatta “Saving Private Ryan” gibi bir filmin “bir tık altına” ulaşacak kadar iyi işçilik sergiliyor. Gibson, senaryoyu kendisinin yazmadığını hesaba katarsak “bir yönetmen olarak iyi oynamış”. Hem bir kahramanın öyküsündeki “abartı”yı inandırıcı kılmak için filminin sonlarına röportajlar koymuş, hem vicdani ret gibi bir meseleyi tartışmaya açmış, hem böyle bir kahramanı tanımamızı sağlamış, hem de ABD’nin kadim propagandasına gayet güzel bir katkıda bulunmuş.
orkansanci@gmail.com