Hesabım
    Aşk
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    4,5
    Muhteşem
    Aşk

    "Siri" ile aranız nasıl?

    Yazar: Melis Zararsız

    Yıl 1999. Hayatıma internet diye bir şey girdi. Arkadaşıma doğumgününde kendinden müzikli, kalpli böcekli e-kartpostal yollayabilecektim! Avustralya’da okuyan lise arkadaşımla mektuplaşmalarımız da gereksizdi artık, icq’daydı çünkü o, sinema ödevini yollasana, ya da, bak bu en sevdiğim şarkı bugünlerde, dediğimde dosya paylaşımlarımız bir saatten az sürüyordu. Halbuki mektuplar aylarca beklenirken bir başka güzeldi... Sonra başka sanal arkadaşlarım olmaya başladı, yazmakta konuşmaktan daha başarılı olduğum, kendimi daha iyi ifade edebildiğim için güzel arkadaşlıklar da kurdum, hatta aşık ettim, aşık oldum…

    Yıl 2000. Hayalet Gemi dergisi vardı, sürekli aldığım. Adnan Kurt’un chat-hikayesi  Epigon Projesi, erken erken hepimizin “Her” filmini çekmişti aslında. Şu an internet sayesinde okuyabildiğiniz şu yazımda, internet arşivciliği sayesinde o hikayeyi de paylaşabiliyorum sizinle, ayrı mesele.  Okumaya üşenirseniz de söyleyeyim, bir kadın chat yaptığı adama aşık olur ve fakat sonra bir e-posta alır ki o bir programmış… Açıkçası epey sarsılmıştım, hele ki chat chut hayatımızda bu kadar yeniyken, tokat gibi gelmişti…

    Yıl 2014. Ellerimizde küçük bilgisayarcıklar, sevgilimizle yemeğe/seyahate çıkıyor ve birbirimize bakmıyoruz. Nerede yemek yediğimizi check-in’meden rahat edemiyor, sonra yediğimiz yemeğin fotoğrafını paylaşıyor, daha sonra da romantik bir anın/güzel bi manzaranın vs vs tadını çıkaracakken mesela, diğer arkadaşlarımızın fotoğraflarına dalmış buluyoruz kendimizi, ya da bir bilgisayar oyununa ve gece sona eriyor. İş güç, ilişkiler, her şey o küçük bilgisayarcıkların içinde hallolurken biz neleri neleri kaçırıyoruz. Fakat burada atlamamamız gereken bir nokta yok değil. Bütün bunların bir sebebi var. Birbirimize ve kendimize zaten öylesine uzaktık ki ve öyle bir kendimizi ifade etme ihtiyacımız vardı ki… Kah utanıyorduk, kah korkuyorduk. Bedenimizi kullanmadan beynimizden geçenleri aktarabileceğimiz bir oyuncak iyi geldi bize aslında. Politik görüşlerimizden cinsel tercihlerimize kadar herşeyi daha net ortalara dökebilir olduk, kimliğimizi “bedensiz” daha rahat bulduk sanki…

    "Her"... Evet, o. Yani bir başkası, üçüncü şahıs. Yaşadığımız yüzyılda, hatta daha ilerde, onunla olan ilişkimizin neye evrildiği.... Konu ille aşk değil. Spike Jonze’un son filmi Her’de “bedensiz kimliğimiz” bütün mesele aslında. Bedeni olduğunu bildiği bir kadınla telefonda seks yapmaya çalışırken hayal kırıklığına uğrayan kahramanımız, yine bedeniyle yıllarca birlikte yaşadığı eski karısıyla hiçbirşeyi çözemez, dünyalar güzeli bir kızla güzel bir gece geçirse de ona bir şans verecek kadar heyecanlanamaz, komşusuyla aralarında dile getirilmemiş bir bağ olmasına rağmen bunu yaşayamazken, üstelik yalnızlıktan ölürken, bir bilgisayar programına aşık olabiliyor, aşkla sevişebiliyor (sanal seks de olsa), ona herşeyini anlatabiliyor, bir bağ kurabiliyor. Bu dram gibi, romantik komedi gibi, bilim kurgu gibi, ama hiçbiri ve hepsi olan harika filmde, birine yakın hissetmek için bedenlerimize ihtiyaç var mı, acaba bizi biz yapan ruhumuz mu, teknoloji ilerledikçe birbirimize iyice mi yabancılaşıyoruz yoksa kendimizi ve isteklerimizi daha da mı iyi anlıyoruz aslında, biz insanoğlu ne istiyoruz allasen? gibi soruların peşinden gidiyoruz. Bir yandan da diyor ki bu hikaye bize; yakın gelecek, uzak gelecek, teknolojinin bütün imkanları, ama biz hala karşımızdaki insana güvenememek, onu kıskanmak, değişmesinden, bizi terketmesinden korkmak gibi dertlerle boğuşmaya devam edeceğiz çünkü insanız.

    Yumuşak pastel renkler kullanmış, halisünatif görüntüler elde etmiş yönetmen, şehir itibariyle Los Angeles bir ütopya oluvermiş. Tertemiz, bembeyaz, ultra modern, trafiksiz, dilencisiz, her yerde gökdelenler. Restoranlar ve çevresel bir takım başka faktörler ise tamamen Şangay’ı çağrıştırıyor. Ben Spike Jonze’u, sürrealist yazar Charlie Kaufman’ın birbirinden tuhaf iki senaryosunu filmleştiren yönetmen olarak tanıyorum, daha çok o filmlerine aşinayım: Being John Malkovich ve Adaptation. Aradan da uzun zaman geçmedi değil ve Jonze bu kez kendi hikayesini filmleştirmiş şekilde karşımızda. Bu filmde hem yönetmen Spike Jonze hem senarist Spike Jonze olarak yeteneğini tamamen birbirinden ayırarak ve sonra bütünleyerek ele alabiliriz çünkü hem bir “sci-fi” olarak yönetmenlik babında filminde benzerlerinden farklı bir atmosfer yaratmakta başarılı, hem de yenilikçi senaryosunu ortaya koymakta… Bana göre Amerikan sinemasının en orijinal iş çıkaran yönetmenlerinden biri. Koca bir alkış da filmin başrolü Joaquin Phoenix’e! “Tek başına”, almış yürümüş, net!

    Hayatımızda henüz Siri var, bakalım Samantha’lar ne zaman girecek? Bence çok da uzak değil. Her’ü kaçırmayın derim!

    twitter.com/blossomel

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top