Aynı sıkıcı döngüler içerisinde...
Yazar: Kaan Karsan2012 yılında James Watkins Siyahlı Kadın’i çektiğinde ve başrolü Daniel Radcliffe’e teslim ettiğinde bunun da diğerlerinden pek bir farkı olmayan bir hayalet filmi olduğunu fark etmemiz pek uzun sürmemişti. Benzerleri defalarca anlatılmış bir öyküyü artık üçüncü el olmuş bir üslupla, herhangi bir heyecana kapılmadan anlatan yönetmen sırtını korku filmlerinin her zaman iyi gişe yapması gerçeğine ve Daniel Radcliffe’in Harry Potter’dan miras kalan popülaritesine yaslıyordu. Mevzubahis ettiğimiz ilk filmin hikayesi İngiltere’nin meşhur Kral Edward döneminde vuku bulurken ve hayaletleri politikayla ilişkilendirirken ikinci film ise arka planına İkinci Dünya Savaşı’nı alarak meselesini birkaç açıdan politize etmeye çabalıyor.
Kimilerine göre her korku filmi politiktir ama bazıları daha politiktir. Yakın dönemde takdir ve saygı görmüş korku-gerilim filmlerine baktığımızda bir şey fark ediyoruz: Pek çoğunun anlattığı dönemin sosyopolitik bağlamıyla ilişkisi var. Çok basit bir örnek alarak Pan’in Labirenti’ni ele alalım. Ofelia’nın kabuslarını ve hayallerini anlatan film, General Franco’nun faşist ülkesini direkt olarak canavarlaştırıyor ve filmin bütün gerilimini bu faşizm üzerine kuruyordu. Bir başka örnek olarak Shyamalan’ın Altıncı His’si... Özgür kalamayan onlarca hayaletin huzursuzluğu neydi? Amerika’nın yakın tarihinin kanlı politikaları olmasın sakın.
Savaş döneminde Londra’dan tahliye edilerek ilk filmin de meselesi olan Eel Marsh House’a getirilen bir grup çocuk ve onlara göz kulak olan insanlara musallat olan hayaletlerin öyküsünü anlatan Siyahlı Kadın 2: Ölüm Meleği de az önce konu ettiğimiz damardan yol almak isteyen bir film. Bu politik damarı kullanmaktaki amacının sebebi elbette ki işin bu tarafının bir korku filminin ciddiye alınmasına ve derinleşmesine sağladığı katkı. Serinin iki filmi de çoksatar bir romandan uyarlama. Okumadığımız için bu öykülerin romandaki akıbetinin nasıl olduğunu bilmiyoruz. Ancak filmler nezdinde şunu söyleyebiliriz ki, derinliğe rahmet okumanın tam sırası.
Siyahlı Kadın 2’nin yönetmeni Tom Harper , ‘dönem filmi’ arka planını hızlıca veriyor ve izleyici üzerine bir tür kasvet yıkmayı kısa sürede başarıyor. Gelin görün ki filmin Londra ile olan bağları ne zaman kopuyor, film diğer özelliklerine nispeten başarıyla kurduğu görsel dünyadan uzaklaşıyor. Böylece savaş, sadece bir şeylerin altını çizmek için kullanılan bir arka plan olarak panoya asılıyor, afişe ediliyor. Film büyük bir eve hapsolup klostrofobikleşir klostrofobikleşmez bütün korku filmlerinden aşina olduğumuz o sıkıcı döngü başlıyor. Gürültüler, sesler, efektler... Artık bizi şaşırtabilecek hiçbir şey yok.
Siyahlı Kadın 2, İkinci Dünya Savaşı’nın ve İngiltere’nin hayaletlerini bir türlü kişileştiremiyor, derinleştiremiyor. Böylece yönetmenin karakterler nezdindeki olanca ciddiyeti de bir noktadan sonra hafiflemeye ve neredeyse komik hale gelmeye başlıyor. Tom Harper, neredeyse Pan’in Labirenti ağırbaşlılığında ancak onun çeyreği kadar derinliği olmayan bir korku-gerilimle karşımıza çıkmış durumda. Türün hayranlarına değil, bu türde vizyona çıkan bütün filmleri izleme merakında olanlara önerilir.