Hesabım
    Kara Deniz
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    2,5
    Geçer
    Kara Deniz

    Nazi altınlarının peşinde...

    Yazar: Fırat Ataç

    Ülkemizde geçtiğimiz Temmuz ayında vizyon şansı yakalayan Phantom ile tazelenen denizaltı gerilimi anılarımız, kameranın arkasında işinin ehli yönetmenlerin varlığını zorunlu kılacak bir alt türle karşı karşıya olduğumuzu yüzümüze vurmuştu. Tek mekanda geçen filmlerin tansiyonunu ayakta tutmanın zorluklarından mustarip olması bir yana, klostrofobi ve yaşanan muhtemel olumsuzlukların değiştirdiği insan davranışlarına odaklanması da önem arz eden türün 'şimdilik' son örneği Kara Deniz.

    One Day in September belgeseliyle Oscar kazandıktan sonra İskoçya’nın Son Kralı, Devlet Oyunları gibi eliz yüzü düzgün işlere imza atan Kevin Macdonald'ın yönetmenliğini yaptığı film, tüm filme sirayet edecek 'görülmüşlük hissiyatını'nın hakkını verecek bir girizgaha sahip. Senelerini verdiğini şirketinden ayrılmak zorunda bırakılan denizaltı kaptanı Robinson (Jude Law)'un, karşısına çıkan 'yarı soygun, yarı kendini ispatlama fırsatı' üzerine eğilmesininin hikayesi bu.

    İkinci Dünya Savaşı esnasında Nazi altınları taşıyan ve günümüzde Rusya deniz sınırlarının dibinde yatmakta olan denizaltıyı 'gayriresmi biçimde' boşaltmak için tayfasını toparlayan Robinson, motive edici cümle olarak seçtiği 'herkese eşit pay' söyleminin altında ezilmeye başlıyor bir süre sonra. Rus ve İngilizlerden oluşan tayfanın lisan probleminin de getirisiyle başlayan anlaşmazlıkları, açgözlülük ve dış etkenlerin etkisiyle çığrından çıkıyor. Bu sayede film, hem karakterler arası ilişkilerin yoğun biçimde ön plana alan hem de soygun filmi yapısından beslenen bir gidişata sürükleniyor.

    Doğru bir şekilde yönlendirildiğinde 'ne kadar vasat olsa da' izlenilebilen olay örgüsü, Kara Deniz özelinde senaryo kısmında çuvallıyor. Robinson dışında tüm tayfayı mürettebat stereotiplerinden oluşturan senarist Dennis Kelly, 'bir sempatik, bir babacan, bir psikopat...' şeklinde hikayenin içine eklediği karakterlerle ilgili en ufak merak uyandıramıyor. Denizatına girildiği andan itibaren kimlerin ölüp kimlerin kalacağını, hangi insanların araya gidip hangilerinin durumdan fayda çıkarmak için çabalayacağını biliyoruz. Sonuçta elde avuçta kalan tek karakter Robinson oluyor ki onu da  'kendisini terk eden ailesinden' ve her başını bir yere vurduğunda beliren 'aileyle mutlu günler' ana fikirli sahil flashback’lerinden öteye konumlandıramıyorsunuz.

    Kevin Macdonald, empati kurmayı bırakın umurumuzda olmalarının mucize olacağı karakterlerden iş çıkmayacağını görmüş olacak ki klostrofobiyi ayağa kaldıracak sahneleri uzattıkça uzatıyor. Doğrusunu söylemek gerekirse bu konuda oldukça başarılı. Dalgıçların Alman denizaltısını buldukları sahne başta olmak üzere birçok anda gerilimi tırmandırma kabiliyetini gösteren yönetmenin, 'çaresizlik, insanın limitlerini zorlamasını sağlar' ana fikrine güçlü görsel karşılıklar bulduğunu söyleyebiliriz.

    Kaybedecek şeyi kalmayan insanın, dünya üzerindeki en tehlikeli varlık haline geldiğini hissettirmek üzerine oynasa da bunu layıkıyla başaramayan Black Sea'nin işçi-işveren ilişkisi ve sınıf çatışması hakkında konuşabileceği ancak bunu tercih etmediği anlar da var. Kendilerini bu duruma sokan sermaye sahiplerine karşı direnen ve mürettebatını örgütlemeye çalışan Robinson'un, ilgili konuda daha kararlı olarak sunulması filme heyecan getirebilirdi.

    Oyuncuların tamamının hikayeye inanarak sağlam performanslar gösterdiği ancak hikayenin kendine inanmadığı Black Sea, içine kolayca girilebilmesi ve sürükleyiciliğiyle tavsiye edilebilir. Beklentinizi düşük tutun.

    firat_atac@hotmail.com

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top