Ülkemizin alabildiğine kaotik politik geçmişinin ve bunun sancılı getirilerinin, apolitik bir gençliğin ortaya çıkmasına ve politik safların sosyal ideolojilere bağımlı olarak ‘iyiler' ve ‘kötüler' olarak kesin çizgilerle ayrılmasına yol açtığı aşikar. 80 darbesi hakkında bu ülkede telaffuz edilen cümlelerin genelde solcular üzerinden kurulması ve politik hesaplaşmalarımızın tek yönlü olması da yaşanan acıların bütünüyle su yüzüne çıkmasına engel oluyor. Ülkücüler belgeseli de ‘görünmeyeni' ‘görünür' yapma fikriyle ve amacıyla yola çıkıyor; ülkücülük ideolojisinin üzerinde yürüdüğü yolları, başından sonuna Alparslan Türkeş'e saygı duruşunda bulunarak, sözde ‘tüm gerçekçiliğiyle' perdeye taşıyor.
Belgesel, çeşitli kişilerden hareketle ülkücü ideolojinin macerasını anlatmaya soyunuyor. Her kişinin kendi yaşadıklarından hareketle verdiği cevaplar ‘aile baskısı', '12 Eylül öncesi dönem', '12 Eylül dönemi' gibi bölümlere ayrılmış ve belgesel de bu bölümler üzerinden yol alıyor. Bölümler arasında sunulan oldukça başarısız, hatta düpedüz komik canlandırmalar ve politik bir coşkuyla bezeli video klipler bir harç görevi üstlenmiş vaziyetteler. Bu dramatizasyonlar ve klipler, belgeselin ikna edicilik gücünü dakika dakika düşürürken, eserin her dakikasında hissettirdiği düşmanlık, özellikle bu ideolojiyi benimsememiş bir kitleyi karşı konulmaz bir şekilde rahatsız edecektir. Zaten şunu da söylemeliyiz ki, belgesel kelimesinin ilk iki hecesini oluşturan ‘belge' sözcüğünün anlamı konusunda da büyük bir zafiyeti var bu filmin.
Politik sinemanın her daim düştüğü propagandizm tuzağı, Ülkücüler filminin ilk saniyelerinden kendini hissettirmeye başlıyor öncelikle. Yoğun bir marksizm düşmanlığı, çağdışı Darwinizm karşıtlığı ve ölümcül bir günahmış gibi lanse edilen ateizm öfkesi ardı ardına sıralanıyor. Biz izleyici olarak bu ideolojilerin, ülkücülük ile fena halde çatıştığının elbette ki farkındayız. Ancak şunun da farkındayız ki propaganda yapmanın da bir adabı, bir usulü var ve olmalı... Filmin, belgesel yolunu seçerek çıktığı bu propaganda yapma hevesindeki, seçim kampanyasından hallice anlatımı henüz başından itibaren samimiyetsiz geliyor.
Eğer bir belgesel çekiyorsanız, gizli ve asıl amacınız propaganda yapıp ülküye destek sağlamak olsa bile, bu denli düşman ve bu denli sert bir tavır takınmamalısınız. Bilal Kalyoncu'nun Ülkücüler belgeselindeki en büyük hatası da bu zaten. Belli başlı isimler ve onların sosyal çevrelerinde yaşadıkları anıları ortaya bir anda onlarca sütten çıkmış ak kaşık çıkarıyor. Halbuki 80 darbesinde yaşananların ne kadar ‘tek tipleştirilemez' olduğunu bilmemiz için alim olmamıza gerek yok. Basın bültenlerinde dönemin günah keçisi olmalarını alttan alta eleştirip sonra yeni bir günah keçisi aramanın da samimiyeti, hiç vakit kaybetmeden sorgulanmayı hak ediyor. Bu sorgulama sonucunda da ancak ülkü ocaklarında izlenebilecek ve sadece bu ideolojiyi sahiplenenleri tatmin edebilecek bir filmle karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. İşte bu belgeselin misyonu da tam olarak bu noktada anlamsızlaşıyor. Zira eğer ki karşıt bir görüşe sahipsek, ülkücü ideolojiye karşı yumuşamamızı sağlayacak hiçbir detay yok bu belgeselde.
Ülkücüler, her film ve her belgesel gibi bir çabanın ve bir emeğin ürünü elbette ki. Lakin bu çaba ve emek, ideolojinin kendisine özel bir havuza harcanmış ve sadece kendi iç dünyasına hitap eden bir damardan akmış. Türklüğüyle ve Müslümanlığıyla gurur duyan, hatta dünyada en gurur duyduğu şey bu iki kişilik özelliği olan kitlenin bu filmi kucaklamaması için hiçbir neden yok. Fakat belgesel olarak incelersek, sunum, anlatım ve ikna etme konusunda çok büyük problemler yaşayan; belgeselliği sorgulanacak bir iş izlediğimize eminiz.
kaankarsan@gmail.com
twitter.com/kkarsan