KESİNLİKLE İZLENİLMESİ GEREKEN BİR BAŞYAPIT
Babel filmi uzun zamandır izlemeyi ertelediğim bir filmdi. Ancak filmin dokunduğu noktalar ve verdiği mesaj oldukça başarılı, bu nedenle neden daha önce izlemedim diye kendime kızdım. Filme geçmeden önce filmin adının neden Babel olduğunu açıklamak doğru olacaktır. Babil hikayesine göre cennete ve de Tanrıya ulaşmak isteyen insanlar zamanımızdan 5000 yıl önce bir kule inşa etmeye başlarlar. Buna çok sinirlenen Tanrı da bu insanları cezalandırarak o zamana kadar aynı dilde konuşan insanlığı farklı dillerle konuşmaya mahkum eder. Dillerin doğuşu olarak adlandırılan bu olay kutsal kitaplarda farklı şekillerde yorumlanmakla birlikte, filme kaynaklık eden hikaye bu şekildedir. Yani efsane insanların arasında iletişimin zorlaştığı bir anlamda öteki kavramının doğduğuna işaret etmektedir. Bir anlamda birbirimizi nasıl anlayamamaya başladığımıza. Film de farklı diller üzerinden bir olaya odaklanarak bu iletişimsizliğin, ötekileştirmenin bir değerlendirmesini bize sunmaktadır.
Devamını okumadan önce filmi izleyiniz.
Filmde beş farklı dil karşımıza çıkmakta. İngilizce, İspanyolca, Japonca, Arapça ve işaret dili...Film bu şekilde karışık bir yapı sunsa ve de bu farklılıkları nasıl biraraya getireceği konusunda başlarda bir kafa karışıklığı yaratsa da, aslında bu karışıklık bize içinde yaşadığımız dünya düzeninin ve de küreselleşme dediğimiz şeyin karmaşıklığını gözler önüne sermiş oluyor. Bir tüfek etrafında birleşen kıtalararası hayatlar ve bu hayatların değiştirilmesi zor kaderleri. Evet, film aslında bu karışıklık üzerinden önyargılar, değiştirilmesi zor kanaatler ve de dolayısıyla öteki olarak kabul edilenlerin kaderleri üzerinden bir sistem eleştirisi yapıyor. Kısaca diyor ki; hangi milletten geldiğin, hangi kültürde yaşadığın insanların sana ve senin insanlara bakış açını ve önyargılarını belirler. Amerikalıysan kazanırsın, değilsen başın zaten beladadır.
Film adeta bir hiçliğin ortasında yaşayan ve de hayvancılıkla geçimini sağlamaya çalışan bir ailenin hayatına bir tüfeğin girmesiyle başlıyor. Burada amaç sadece keçilere dadanan çakallardan kurtulmak. Ancak bu tüfekle iki çocuk buluşuyor ve de hırsları, kıskançlıkları, içlerinde tuttukları tüm öfkeleri bu tüfekle gün yüzüne çıkıyor ve de bela kaçınılmaz oluyor. Issızlığın ortasındaki bu aile aslında başlı başına bir değerlendirmeyi hak ediyor. Bizlerin hayal dahi edemeyeceği bir yaşam şekli, farklı çocukluklar, farklı ergenlik bunalımları...Hatta öylesine bir yokluk ki bu çocukların cinsel keşifleri bile ensest bir şekil alıyor. Tüfeğin bir ABD vatandaşını yaralamasıyla bu çocuklar ve de aile tabiki de direkt olarak terörist sıfatıyla nitelendiriliyor ve de aslında onlar için kaçınılmaz olacağını bildiğimiz sonu izlemeye başlıyoruz.
ABD'li çiftimiz aslında klişe bir hikayeye sahip. Kaybedilen bir evlat, birbirini suçlayan bir anne-baba, ve de tüm bunlardan uzaklaşmak için seçilen bir egzotik Fas tatili. Tüfekten çıkan kurşunun kadını vurmasının ardında onların da mücadelesi başlıyor. Ama aslında sonu kestirilebilecek bir mücadele. Çünkü biliriz ki ABD'liler hayatta kalır. Bir köye götürülen yaralı, imkansızlıklar, bu durumu akılları almayan ve de tüm önyargılarıyla köyde tehlikede olduklarını düşünen Amerikalılar. Kısaca böyle bir olayın sonucunda egzotikliğini yitiren ve de bir terör yuvası gibi gözükmeye başlayan bir ülke ve insanlar. Karısına gelecek yardım için çırpınan adam ne yapacağını bilmez bir şekilde zor bir bekleyişe girer, köy halkı da bekler. Ancak bürokrasi insan hayatı bile söz konusu olduğunda devreye girer ve de bir ambulansın gönderilmesi bile siz-biz engeline takılır. Sonuç olarak çiftimiz bir şekilde kurtulur ve de artık spikerin dediği gibi "Amerikalılar mutludur."
Biz neler olduğunu anlamaya çalışırken hikaye bizi uzak doğuya götürüyor. Tüfeğin kaynağı olduğunu öğrendiğimiz bir adam ve de kızı. Adam av tutkunu, Fas ziyaretinde kendisine rehberlik eden adama tüfeği hediye etmiş. Onun bir hobisi ve de hediyesi olan o tüfek o adam için bir kazanç kaynağı olarak karşımıza çıkıyor. Bir anlamda tüfeğin var oluş amacı değişerek bir hayatta kalma nesnesine dönüşüyor. Yani kısaca farklı kültürlerde farklı kullanışların öne serilmesi söz konusu. Adamın kızı sağır ve dilsiz...Bundan ötürü yeni bir dil çıkıyor karşımıza. Aslında bu kızın bunalımı bize biraz filmle alakasız gelse de kurduğu tek bir cümle ve de finaldeki çıplaklığı bize filmin kısa bir özetini yapıyor. Kullandığım afişte de yazıldığı üzere "Bize canavarmışız gibi bakıyorlar." Evet gerçekten de birileri birilerine canavar gibi bakıyor, bu bazen aynı toplum içinde bazen de toplumlararasında. Halbuki hepimiz aynı geldik, aynı gideceğiz. Çıplak ve de aciz.
Tüm bunlar olurken, zaman dilimi olarak sonradan olduğunu anladığımız bir olaya tanık oluyoruz. Amerikan çiftin çocuklarına bakan Meksikalı kadın, sevgiyle baktığı bu çocuklarla ilgili yanlış bir karar alıyor ve de başedilmesi zor bir durumun içinde buluyor kendisini. Aslında isteği çok doğal, oğlunun düğününde bulunmak ve de çocukları da güvende tutmak. Ancak böylesine basit bir istek bile iletişimsizlik, önyargılar ve de komplekslerin sonucunda bir felakete dönüşüyor. Daha doğrusu kadının felaketine.
Santiago karakteri bunların hayat bulduğu bir karakter. "Meksika tehlikeli, çünkü meksikalılarla dolu." sözü aslında içinde biriktirdiği ve de Batı dışı çoğu topluma has olan kompleksin bir sonucu. Sert tavırları, düğünde silahla havaya ateş açması, sınırdaki polislere karşı sabırsızlığı ve de kaçarak tepki vermesi bunların sonucu. Polislerin zaten insan dışı davrandıkları karakter adeta bir patlama yaşıyor ve de aslında kendisinden bekleneni yapıyor.
Filmin sonunda şanslı olanlar kurtulurken, o kabul edilebilir standartların dışında olanlar yani ötekilerin hepsi kendi kaderlerine ve de imkansızlıklarına mahkum oluyor. Çocuklara ya da meksikalılara polisin davranışındaki kötülük, direkt olarak yapılan suçlamaların yanında, Amerikan çifte yapılan yardım, Amerikalı adamın karşısındaki Faslı polise bağırabilme lüksü göze çarpan eleştiriler. Kısaca Babel ötekilerin hikayesini anlatan ve bunu yaparken de dünya sistemini eleştiren bir film. Küreselleşmeden, aynılaşmadan, tek kültürden bahsedilmeye başlanılan bir dünyada aslında hiçbir şeyin değişmediğini, önyargıların ve de iletişimsizliğin inşa edilmeye devam ettiğini gösteren bir film. Fas'ta bir köyde doktor bulunamazken hemen her yerde Coca Cola'nın bulunması da bu eleştiri açısından iyi bir ayrıntı olmuş. 21 Gram ve Amores Perros'tan sonra Alejandro González Iñárritu
çok güzel bir iş çıkarmış.