Güzel diyorsun da ne diyorsun?
Yazar: Kaan KarsanKorku sinemasının buluntu film örneklerinden geçilmediği şu günlerde birilerinin taşın altına elini koyup yalancı gerçeklikten nasibini almamış bir film çekmesi başlı başına bir takdir kaynağı. Küçük bütçelerle büyük kârlara mahal veren ‘found footage' furyasının artık açık bir şekilde kabak tadı verdiği ve tüm numarasını yitirdiği gün gibi ortada. Sinister ise yaratıcılık sancıları içerisinde debelenen günümüz korku sinemasından çok 2000'ler korku sinemasına ait gibi görünen, eski usul ve özlenen türden bir film.
Önceki filmleri Şeytan Çarpması (The Exorcism of Emily Rose) ve Dünyanın Durduğu Gün (The Day the Earth Stood Still) ile pek umut vermeyen Scott Derrickson'ın da dört sene sonra yeniden karşımıza çıkmasına aracılık eden Lanet (Sinister), ‘buluntu film' konseptini tümden reddetmeyip ihtiyaç duyduğu ölçüde kullanıyor. Bu kez ‘bulunan' filmi değil; bu filmleri ‘bulan' adamın öyküsünü izliyoruz. Tabii filmin bu açıdan ‘found footage'dan çok ‘snuff' kültürüne yakınsadığını ve atmosferini kurarken de şok edici bir gerçekliğin nimetlerinden yararlandığını da söyleyebiliriz.
Bir yazarın yaratım sürecinin ve dönem hezeyanlarının tam orta yerinden başlıyoruz. Karakterin genel çehresini takdim edebilmek adına olmazsa olmaz aile müessesi ile de acilen tanışıyoruz. Ailemiz korkunç cinayetlere ev sahipliği yapmış bir yere taşınıyorlar. Bu cinayetlerin tam olarak bu evde gerçekleşmiş olduğundan ise sadece bir tür ilhamın peşinde olan roman yazarımız, başkarakterimiz haberdar. Evde bulduğu 8mm'lik bazı kasetlerle günden güne kendini bir tür toz tutmuş cinayetler silsilesinin içinde bulan Ellison, günden güne benliğini mevzuya daha çok kaptırıyor ve daha çok yalnızlaşıyor.
Sinister, oldukça iyi çekilmiş, özenli bir film. Yönetmen Scott Derrickson, filmini makul bir şekilde makyajlıyor ve atmosferini hızlıca kurmaya çalışıyor. Bir yandan kendisiyle olan akrabalık bağından söz edebileceğimiz dönemdaşı Insidious gibi mekanı da oyunculardan biri haline getiriyor; diğer yandan da mekanla birlikte bir tür cinnete doğru sürüklenen, aklını yitirmek üzere olan bir karakteri odağına alarak tarihsel olarak kendine daha uzak olan The Shining'e selam çakıyor. Tüm bunlar olurken de korku filmlerinin demirbaş klişelerini gerek ses efektleriyle gerekse oldurulan mizansenleriyle birlikte ihmal etmiyor.
Scott Derrickson'ın filminin taze bir meselesi yok. Hatta tercihsel olarak meselesine güvenen filmlerin arayışında olan seyirciyi iten, zaaflarla dolu bir tarafı var. Zira çok açık görülüyor ki filmin en az düşürülen majör unsuru senaryosu olmuş. Bu nedenle şaşırtıcı olmak yerine en azından süresi boyunca ürkütücü olmak için çabalayan bir filmle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Bu çerçeveye bakınca da Sinister'ın özenli makyajının, metinsel zayıflıkları örtemediğini kolayca seçebiliyoruz. Türlü mantık hataları, istisnai bir Ethan Hawke performansı dışında oyunculuklardaki problemler, filmin matematiğine hiçbir şekilde hizmet etmeyen ‘eklenti' mizansenler ve vasat diyaloglar bir yana, genelde türün gücünü aldığı bölüm olan final bölümünü bile fazlaca umursamayan bir filmin korku türüne ne kadar ‘özel' bir bakış getirdiği tartışmaya açık.
Filmi vasat sulara çeken tüm bu zayıflıklara rağmen Sinister'ın saygı uyandıran bir yönünün olduğunu da söylemeliyiz. Hızlı bir kurguyla ve temiz bir yönetmenlikle hatırlanacak anlar yakalamayı başaran filmin özellikle ‘snuff' deryasına yaklaştığı anlarda izleyenini rahatsız edebildiğini söylemeliyiz. Ancak bu rahatsızlık, ‘her şeyin' açığa kavuştuğu ya da daha doğru bir tabirle her şeyin önemini yitirdiği kapanışıyla yerini tuhaf bir vurdumduymazlığa bırakıyor. Kısacası Sinister'ı, anlatacak bir şeyi olmayan ancak güzel cümleler kuran bir arkadaşınıza benzetebilirsiniz, eğer çok isterseniz.
kaankarsan@gmail.com
twitter.com/kkarsan