Risk alan, yaratıcı bir yönetmenden sade bir yaşamda kalma mücadelesi...
Yazar: Oktay Ege KozakBazı filmleri dünya çapında vizyona girmeden yaklaşık bir hafta önce basın gösteriminde izlemenin ilginç taraflarından biri genel seyirci ve eleştirmenlerin filme nasıl tepki vereceklerini bilmemeniz. Neill Blomkamp’in muazzam bilim-kurgusu Elysium’u vizyon tarihinden iki hafta önce izlediğimde eleştirmenler ve tüm seyircinin filme bayılacağını, yeni bir klasiğin doğacağını tahmin etmiştim. Tahminlerim doğru çıkmadığı gibi, film çok iyi eleştiriler de almadı ve gişede de başarısız oldu.
Sıra halen gişe rekorları kırmakta olan Yerçekimi’ne geldiğinde ise kanımca hak ettiği beğeni ve başarıyı yakalıyor fakat senaryosunda bulunan, türe göre gayet yerinde bulduğum tema ve konu, bir kaç eleştirmen tarafından fazla "Hollywood stili" olmakla suçlandı.
Bu eleştirmenlerin ‘İlle de Sandra Bullock’un karakterinin geçmişini öğrenmek, hayatta kalma mücadelesini bir "yeniden doğma" temasına bağlamak zorunda mıyız? Daha basit ve konusuz bir yaşamda kalma savaşı olsa filmin yaratıcı ve kendine özgün teknik başarısına daha iyi uymaz mıydı?’ şikayetleri film halen vizyondayken devam ediyor. Kanımca Yerçekimi, ekonomik bir hikaye yapısı ile sunduğu karakterizasyonu ve ruhsal temalarını hak ediyor ve bu elementler olmadan bir sinema deneyiminden çok bir eğlence parkı atraksiyonuna benzerdi. Fakat eğer siz de Yerçekimi’nin fazlaca konuya sahip olduğunu düşünenlerdenseniz Sona Doğru size ilaç gibi gelecektir.
Sona Doğru’nun hikayesi o kadar sade bir yaşamda kalma mücadelesi sunuyor ki, hikaye ve konu gibi kelimeleri kullanmak boş bir çaba. Sadece ‘adamımız’ (Robert Redford) olarak bildiğimiz yaşlı bir denizci, teknesi ile Hint Okyanusu’nda yolculuğuna devam ederken bir nakliyat konteynerine çarpar ve gemisi hızlıca su alır. Filmin geri kalan 100 dakikası, tamamiyle adamımızın okyanusta tek başına yaşamda kalma mücadelesini gösteriyor.
Adamın ismi, okyanusta ne yaptığı, geçmişi, karakteri, düşündükleri, rüyaları, amaçları hakkında hiçbir fikrimiz yok. Bir-iki kısa replik haricinde diyalog yok. Yönetmen J.C. Chandor ve Robert Redford, bir adamın doğaya karşı savaşını betimliyor ve filmin baştan sona sadık kaldığı basitliği en büyük kozu.
Chandor ve Redford, filmlerin genelde bizim için doldurduğu senaryo elementlerini boş bırakarak dokunulmamış, temiz bir tuval yaratıyorlar seyirci için. Bu sayede seyirci Redford’un karakteri içinde kendini daha kolay görüp kendi korkularını bu karaktere yansıtabiliyor.
J.C. Chandor’un bir önceki filmi olan Wall Street draması Oyunun Sonu, karakterlerin kurşun hızıyla konuştuğu David Mamet stili diyalog bazlı bir yapımdı. Oyunun Sonu’nu izledikten sonra açıkçası Chandor’un bu denli kuru, neredeyse deneysel, fakat bir o kadar da insanı geren, hipnotik bir film yaratacağı aklıma gelmezdi. Chandor, belki de Oyunun Sonu’ndan sonra diyalog sinemasından bıktı ve tam tersi stilde bir yapıma imza atmaya karar verdi.
Chandor, bu sefer diyalog yazımı yerine görsel hikaye anlatımına odaklanıyor ve harikulade görsellerle dolu bir deniz macerası yaratıyor. Yerçekimi’nin konusuz versiyonunun yanında Pi’nin Yaşamı’nın fantastik elementler ve zorlama teolojik mesajlar olmayan versiyonunu da arıyorsanız salonları doldurun derim. Chandor, bu denli değişik iki yönetmenlik denemesi ile ne kadar geniş bir yaratıcılığa sahip olduğunu gösteriyor. Kanımca yirmi yıldır peşpeşe tıpatıp aynı filmi yöneten Wes Anderson gibi ‘saygıdeğer’ isimlerden çok Chandor gibi risk alan, çeşitli bir yaratıcılığa sahip yönetmenlere daha çok ihtiyacımız var.
Bu kadar içi doldurulmamış bir karakterin efsanevi bir yıldız tarafından canlandırılması önemli bir seçim ve bunun için Robert Redford’dan daha uygun bir isim düşünemiyorum. Redford’un yıldız statüsü sayesinde karakter hakkında hiçbir şey bilmememize rağmen filmin ilk dakikasından itibaren yaşamda kalması için dua ediyoruz. Bu rolün 77 yaşındaki Redford için fiziksel bakımdan zor bir girişim olduğunu tahmin ediyorum, sonuçta 30'lu yaşlarındaki aktörlerden bile beklenmeyen bir dinamizm gösteriyor. Diyalog kullanılmamasına rağmen Redford’un yüzünde karakterin bütün ümitlerini ve korkularını hemen okuyoruz.
Sona Doğru, tipik bir senaryoya sahip bir filmden çok bir sinema deneyimi olarak başarılı oluyor. Elle tutulur, klasik bir senaryoyla karşılaşmayacaksınız.