Hayali, şiirsel ama sert gerçekler...
Yazar: Melis Zararsız2012'de Cannes'dan dört dalda, başka festivallerden de çeşitli dallarda toplamda 35 ödül sahibi bir film giriyor bu hafta ülkemizde vizyona, usulca: Düşler Diyarı (Beasts of the Southern Wild). Film daha önce ülkemizde çeşitli festivallerde de yer aldı ve böylelikle önceden izleme şansı yakalayanlardan hep tam not aldı. Filmin yönetmeni Benh Zeitlin genç bir yönetmen ve kısa filmlerinden sonra bu ilk uzun metrajı. Filmin en güçlü kısmı olan hikaye kendisine ve Lucy Alibar'a ait, zaten film Alibar'ın yazdığı tiyatro oyunu Juicy and Delicious'tan uyarlanmış.
Juicy and Delicious'ta başkahraman çocuk bir erkek, filmde ise 7 yaşında bir kız çocuğu ile karşı karşıyayız. Zeitlin ve Alibar'ın röportajlarda anlattıklarına göre bu farkın yanısıra tiyatro eseri çok daha şiirsel ve fantastik öğeler taşıyormuş, gerçeklikle olan bağı filmdeki kadar değilmiş, Louisiana'da yaşananlar, apokaliptik olaylar ve bunun doğal fenomene yansıması babında... Fakat eserdeki şairanelik, filmde, Hushpuppy diye isimlendirilmiş olan 7 yaşındaki kız çocuğunun iç sesleri ve bize yansıyan dış sesler olarak değerlendirilmiş, çok da iyi bir fikir olmuş bence. Röportajlarda okuyup çok beğendiğim bir bakış açısı da, yönetmenin, gerçeklikle hayalin ille de birbirinden farklı şeyler olmayacağını, bazen gerçek diye nitelendirdiğimiz olayların, hayal gücümüzle kattıklarımızın etkisiyle değişebileceğini ve bir süre sonra birbirinden ayırtedilemez hale gelebileceğini düşündüğünü söylemesi oldu.
Bathtub (küvet) diye isimlendirilen ve Louisiana'nın kuzeyine tekamül eden kara parçasında yaşayan topluluğu izliyoruz filmde. Küresel ısınma etkilerinden, selden korunmaya çalışıyor, kendi çabalarıyla yaptıkları kulübelerde doğayla cebelleşiyorlar. Modern toplumdfan bakıldığında sefillik çekiyor gibi gözükseler de onlar hayatlarından memnunlar, herhangi bir şikayetleri yok. Belgeselsi bir yanı da var filmin, 16 mm aktüel kamera çekimlerinin ve çevrenin, atmosferin de etkisiyle... Bu topluluğu ve varolan durumu bize anlatan, tanıtan Hushpuppy'nin dış sesi; bize diyor ki bu küçük ve sevimli kız, bu kara parçası sular altında kalacakmış, o yüzden buradan hemen gitmemiz gerektiğini söylüyorlar ama biz hiçbir yere gitmiyoruz! Doğal ortamda, aslında neredeyse vahşi bir yaşam sürüyor bu yerliler. Modern dünyadan hiçbir eser yok. Hushpuppy'nin babası var, annesi yok. Babası sert, sinirli, heyecanlı ve dediğim dedik biri. Kızını korumak için yapmayacağı şey yok ama ona sevgisini gösterirken biraz haşin. Çünkü hayat zor, bu sert yaşam koşullarında Hushpuppy'i de sert ve güçlü bir insan olarak yetiştirmek zorunda. Ona suya elini sokup balık yakalamayı ve yakaladığı balığa yumruk atarak, onu yerden yere vurarak öldürmeyi de öğretiyor, gene bir deniz hayvanını modern dünyada yapıldığı gibi bıçakla keserek değil de, elleriyle kopara kopara vahşice yemeyi de öğretiyor. Hushpuppy küçük bir kız çocuğu ve babasından korkuyor bazen ama bu vahşi ve sert şartlara ayak uydurabildiğinde kendini o da çok güçlü hissediyor ve bu hoşuna gidiyor.
Hükümet, yerlileri zorla yerinden edip güya yardım etmek amaçlı onları hastanelere yerleştiriyor, göçe zorluyor. İşte bir modern dünya istilası daha! Onlara talep etmedikleri müdahalelerde bulunuluyor. Burada beni en çok etkileyen sahnelerden biri Hushpuppy'nin kendinden rastalı gibi duran kabarık ve şekilsiz saçlarını şekle sokup onu cici bir kız çocuğuna dönüştüren hemşirelerin elinden kurtulmaya çabalarken hasta babasını tüpler ve hortumlarla gördüğü sahne oldu... Hushpuppy bize anlatıyor, diyor ki, burada, canlılar hastalandığında onları kablolarla duvarlara bağlıyorlar. Babam hastalanırsa ve iyileşemezse onu bir tekneye yatırmamızı ve tekneyi yakmamızı istiyor, böylelikle onu duvara bağlayamazlar.
Filmi birden fazla bakış açısıyla izleyebilirsiniz. Bir doğa olayını belgesel gibi, sert ve gerçek haliyle izlerken, Hushpuppy'nin babasıyla, çevresiyle, hastanedekilerle, genelevdeki kadınla ilişkisine gene gerçeğe dayanan ama kurmaca bir hikaye olarak bakıp, Hushpuppy'nin, babasının hastalığı üzerine tüm dünyanın başına yıkılması hissiyatını doğa olaylarıyla özdeşleştirmesini ve bu duygularla bizimle paylaştığı Osho'vari cümleleri tamamen hayali, fantastik bir dünya olarak görebilirsiniz... Örneğin, aslına bakarsanız 7 yaşında ve bu koşullarda yaşayan bir çocuk için fazla bilmiş laflar bunlar, gerçekçi değil ama filmin şairane ve hayali kısmı da bu zaten, birşeylere inanmak zorunda hissetmiyorsunuz kendinizi... Örneğin küresel ısınma sonucu buzların içinden eriyerek çıkan bizonlar aslında gerçek midir? Yoksa Hushpuppy'nin dünyasında, yaşadıklarının içinde bir sembol müdür? Bence hem bir halüsinasyondur hem de değildir, yönetmenin dediği gibi işte, hayal gücü gerçeklikle öyle bir karışır ki ayırt edemeyiz ve etmemiz de gerekmez...
Bu kadar gerçekçi bir olayın, bu kadar başarılı bir dramatizasyonu, hem kurmaca bir hikaye sunması, hem de bir o kadar büyülü ve masalsı olması, hem aşırı sert biçimde politik ve eleştirel, hem şairane olması, bu filmin en büyük orijinalliği ve işte sinemanın gücü dedirten kısmı... Üstelik filmde profesyonel oyuncu yok, hepsi o yörenin yerlisi! Bu da filmin doğallığına çok güzel hizmet ediyor. Uzun zamandır bu denli orijinal bir sinema filmi izlememiş olabilirsiniz, sakın kaçırmayın! Değer yargılarımızı, hayata bakış açımızı ve modern hayatın içinde ne kadar kaybolduğumuzu, doğallığımızı yeniden gözden geçirmek için harika bir fırsat!
twitter: @blossomel