Hesabım
    Acı Reçete
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    2,5
    Geçer
    Acı Reçete

    Psikolojik gerilimin bayat örneklerine meyleden bir "deneme"...

    Yazar: Murat Özer

    Steven Soderbergh’in üretim trafiğini takip etmek zor gerçekten de. “Striptiz Kulübü” (Magic Mike)'nün mürekkebi kurumadan “Acı Reçete” (Side Effects) karşımızda, ki sonraki filmi “Behind the Candelabra” da Cannes’da yarışacak bildiğiniz gibi. Bu trafik, yorucu olmasına yorucu ama bir yandan da takip edilesi, her manevrası merak uyandırıcı.

    “Acı Reçete”, Soderbergh’in “İspiyoncu!” (The Informant!) ve “Salgın” (Contagion)da birlikte çalıştığı Scott Z. Burns’ün senaryosuna dayanıyor. Özellikle “Salgın”la bize irkiltici bir ‘korku senaryosu’ veren Burns, “Acı Reçete”nin ilk bölümünde benzer bir yapı üzerinde gezinmeye çalışıyor. Psikiyatrının verdiği ilaçların ‘yan etkileri’ neticesinde ‘katil’ olan genç bir kadının ‘adalet mücadelesi’ni izletecekmiş gibi yapan film, ilerleyen dakikalarda sıradan bir psikolojik gerilimin izini takip ediyor ve kulvarından çıkıp şarampole yuvarlanıyor. Oysa, başlangıçta her şey iyi gidiyor filmde; ilaç şirketlerinin türlü manevralarla uyuttuğu ‘hastalar’ın kurbana dönüşümünü izleyeceğimizi sanıyoruz. Bu da, hikâyenin toplumsal bir boyut kazanacağı duygusunu getiriyor, ama beklendiği gibi olmuyor ne yazık ki.

    İkiye bölünmüş bir film izlenimi veren “Acı Reçete”, ilk bölümünde tatmin edici bir ‘düzen eleştirisi’ boyutuna sahip. İlaç sektörünün günahlarını beyazperde aracılığıyla zaman zaman görme fırsatı buluyoruz, ki buradaki de benzer bir atmosferle yükleniyor sektöre. Yan etkileri pek hesaba katılmadan önerilen ilaçların insanlar üzerindeki yıkıcı etkilerini öne çıkarıyor filmin ilk bölümü. Bizi de tavlar gibi oluyor bu yaklaşımıyla. Ancak bunun bir ‘yanılsama’ olduğunu öğrenmek, hiç de iyi bir sürpriz olmuyor bizim için. Başlangıç noktasını inkar eden bir yöne doğru akmaya başlıyor hikâye ve iyice savruluyor, şirazesinden çıkıyor.

    Filmin sürprizini bozmak istemiyoruz ama en azından şu kadarını söyleyebiliriz: Soderbergh (ve tabii senarist Burns), özellikle 1980’lerin sonuyla 1990’larda revaçta olan psikolojik gerilim formunun bayat örneklerinden birine doğru meylediyor giderek. Büyük bir iştahla izlemeye başladığımız film, Gregory Hoblit’in “İlk Korku(Primal Fear)'sunda layıkıyla becerileni eline yüzüne bulaştırıyor. Oradaki ‘kedi-fare oyunu’nun akıllı doğasından uzakta bir seyri var hikâyenin. Burada da aklı öne çıkarıp izleyiciyi ters köşeye yatırma çabası mevcut, ama bunu yaparken çarklar yerine oturmuyor ve ‘kırıntı’ şeklinde bir etkiyle yansıyor bize bu çaba.

    Soderbergh’in ‘denemeci’ doğasından bu tür bir film çıkması şaşırtıcı değil aslında. Bir kalıba sokulmayı ısrarla reddeden ve daldan dala atlayarak kariyerini sürdüren yönetmen, her ne kadar ‘bıkmış’ gibi görünse de serüveni sürecek sanıyoruz. Cannes’daki filmi “Behind the Candelabra”nın son çalışması olma ihtimali varsa da, bu karar için fazlasıyla erken olduğunu söylemeliyiz. Ondan bizi şaşırtacak başka hamleler de bekliyoruz, henüz başyapıtını çekmedi zira!

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top