Herkesin Sevgilisiydi Leydi Di
Yazar: Atlantisten Gelen AdamDünyada herkesin sevgilisi ve herkesin prensesi olabilmiş tek bir kraliyet ailesi mensubu var olagelmiştir: Leydi Di! Başka hiçbir asilzadeye nasip olmamış bir sevgi seli; İslam aleminin en tuhaf ve karmaşık diyarı Pakistan’ın çorak topraklarından ıslak ve huzursuz anglosaxon köylerine; Bavyera’nın işçisinden Ankara’nın memuruna, İngiliz kontundan bilmem nerenin kontesine Lady Diana’ya gönlünü kaptırmamış insan hemen hemen yoktur doksanlı yıllar ve öncesinde…
Yüzünde her daim var olan o “aman hata yapmamalıyım” görüntüsü ve bunun yarattığı kırılganlık, hal ve hareketlerinde hep kendini gösteren o mahcubiyet duygusu ve onun yansıttığı duyarlılık halleri; ah Lady Diana, ne güzel bir prensestin sen!
Öncelikle başıma bir şey gelmeyecekse öznel fikrimi dallandırıp budaklandırmadan haykırmak istiyorum: Başrolleri paylaşan ve Prenses Diana’yı canlandıran Naomi Watts ile Dr. Hasnat Khan’ı oynayan Naveen Andrews’i – karakterlere gerçekçilik ruhu aşılayabilmeleri açısından - hiç ama hiç beğenmedim.
Watts abartılı oyunculuk tekniğiyle belki korku filmleri, gerilim filmleri, serüven filmleri için biçilmiş kaftan olabilir ve fakat bakışları dahi bir kelebeğin kanat çırpması kadar hassas olması gereken Lady Diana’nın sinsi ve sert çehreli Watts tarafından canlandırılması ne kadar doğruydu? Öte yandan Lost’un “çukulata renkli” karakteri Sayid rolüyle hafızalara kazının Naveen Andrews, her ne kadar iyi niyet taşısa da filmde bir karikatür gibi durmaktan kurtulamıyor.
Zira bohem bir hayat tarzı yaşamaya teşne, uyumsuz doktor Khan filmde resmedildiği şekliyle aslında gıcık birisidir. Dolayısıyla sigara içmeyen ve sevmeyen sevgilisinin yüzüne duman üfleyen, sesini sık sık yükselten, kaba saba davranmaktan pek de geriye kalmayan ve o bilindik “doktor egosu”, yani şu “tanrı-oyuncusu” haleti ruhiyesini hiç kaybetmeyen, küstah bir adamın beyazperdeye yansıtılması amaçlanmıştır ama heyhat; Naveen Andrews henüz bu tip roller için rüşdünü ispatlayacak seviyeye gelmemiştir.
Filmin dramatik yapısı başarıyla kurgulansa da, 1997’de kaybettiğimiz Diana’nın “şüpheli” ölümüne dair devlet ya da kraliyet etkisine hiç değinmeyen film, paparazzilerin olaydaki sorumluluğuna dair de neredeyse hiçbir yorum getirmiyor. Filmin bir diğer eksikli yanı ise Dodi Al-Fayed’in neredeyse bir figüran kadar yüzeysel yansıtılması. Tamam; kalp cerrahı Dr. Hasnat ile gizemli bir ilişkisi vardır ve yönetmenin bir tercihi olarak beyazperde’de daha fazla üzerinde durulacak konu olarak da Diana-Hasnat ilişkisine odaklanmak uygun görülmüştür ve fakat biliyoruz ki Fayed öyle kolayca görmezden gelinebilecek bir figür değildi gerçek hayatta. Ancak yine de yönetmen Oliver Hirschbiegel’e haksızlık etme niyetinde değilim zira Diana adlı bu filmin dramatik yapısının –her ne kadar kast seçimine itiraz etsem de- ustalıkla ele alındığını söylemek durumundayım.
Bununla birlikte film, yakın dünya tarihine damgasını vurmuş, özellikle Britanya halklarına mal olmuş bir asilzade kadının çelişkilerle dolu hayatının günümüz sinema izleyicisine aktarılması bağlamında ilgiyi hak ediyor. Zenginliklerle ve şatafatla dahi dolu bir hayatın içine sürüklenmiş olsa da, genç bir kadının aslında tek gerçek ihtiyacının sevmek ve sevilmek olduğunu ve aşkın gücünün prenses ya da kibritçi kız üzerindeki etkisinin hep aynı olduğunu sinemaseverlere gösteriyor.
Twitter.com/atlantisliadam