Bir futbol takımının sıkı taraftarı olmak, bayrağının renklerine gönülden bağlı olmak çok farklı bir duygu basamağı... Her ne kadar futbol denen spor tüm ticari faaliyetleri, saha içi-dışı ve hatta borsada dönen oyunlarıyla alternatifsiz bir maddi döngü oluştursa da, takımının renklerine gönülden bağlı olan taraftar bunların hiçbirini umursamaz. Bu sene ismini tribünden haykırdığı oyuncu, seneye rakip takıma mı transfer olmuş; olsun önemli değil ki! O oyuncuya değil, muhtemelen 100 yaşını devirmiş kulübüne gönülden bağlıdır ve yine muhtemelen son nefesine kadar bunu değiştirmeye kimsenin gücü yetmez.
Taraftarlık duygusuna dair bu kadar uzun bir girişi, bu cuma vizyona girecek Babam İçin (Will) filminin odak noktasını tam da bu "koyu taraftarlık" mevzusu oluşturduğu için tercih ettim. Zira baştan sona kadar macerasını seyrettiğimiz 11 yaşındaki Will (Perry Eggleton), sevinciyle, göz yaşıyla, çok 'sağlam' bir Liverpool taraftarı. Takımının, oyuncularının ve dahası maçlarının tarihçesini takır takır ezbere bilen, yetimhanede kendisine ait küçücük alanı Liverpool renkleriyle donatan, belki de yalnızlığını bu sevgiyle kapatmaya çalışan bir çocuk. Saf bir yönü olduğu kadar, biraz da bilmiş.
Filmin ana öyküsü, bu yalnız çocuk Will'in 3 yıldır görmediği babasının bir gün sürpriz biçimde çıka gelip, onunla yeni bir hayata başlamak istemesi ve bu girişimin ilk adımı olarak da İstanbul'da oynanacak Şampiyonlar Ligi final maçına gitme planları çerçevesinde kuruluyor. Kendisi de Liverpool taraftarı olan babanın asıl amacı, oğluyla kopan bağlarını yeniden kurmak ve onu yetimhaneden alıp, beraber yeni bir hayat kurmak.
Fakat birlikte geçirilen birkaç güzel andan sonra, baba Gareth (Damian Lewis) aniden ölüyor ve küçük Will dünyada yine yapayalnız kalıyor. Diğer yandan final maçı biletleri de babasından oğluna miras kalıyor. Yakın arkadaşlarının cesaretlendirmesi ve suç ortaklığıyla Will'in bundan sonraki tek hedefi, babasının hayalini gerçekleştirmek için ne olursa olsun Avrupa'yı geçip, İstanbul'a, büyük maça ulaşmak oluyor. Yol boyunca başından geçecek maceralar da cabası!
Film ilk bölümde bu baba-oğul ilişkisi ve koyu futbol taraftarı olma üçgeni üzerinden ilerliyor. Dünya üzerinde pek çok babanın oğluyla kurduğu ve iki tarafı sıkı sıkı birbirine bağlayan evrensel bir ilişki biçimi bu. Film, futbol sevgisini odak noktasına koyduğu bu malzemeyi ilk bölümde çok iyi kullanıyor, duygusal olarak sizi hikayeye çekmeyi başarıyor. Zaten giriş bölümünde bahsettiğim üzere, ara ara soğuk İngiliz mimikleri verse de, küçük oyuncu Perry Eggleton ilk sinema filminde inandırıcılığı kısmen yakalıyor, Will'e bir şekilde çoktan sempati duyuyorsunuz. Fakat bu başarılı girişten sonra yolculuk etabı ve nihayet İstanbul'a varış fazla hızlıca gerçekleşiyor. Paris'te cüzdan çaldırma ve beş parasız kalma gibi gerçekçi detayların yanı sıra hızlıca gelen final, seyircide sinema duygusunun yoksunluğuna yol açıyor. Filmde sizden sadece, hikayenin duygusal yönlerine odaklanmanız bekleniyor. Bu noktada yönetmenin kurgusal ilk uzun metrajlı sinema filmini çektiğini anımsayıp, biraz kredi verilebilir belki ama bariz eksiklikler de göze batıyor maalesef.
Bahsedilmesi gereken bir başka karakterse hikayenin 'yol öyküsü' kısmında karşımıza çıkan Alek Zukic. Kristian Kiehling'in canlandırdığı Zukic aslında eski bir Boşnak futbolcu olan ama geçmişte yaşadığı bir olayın travmasıyla futbolu tamamen bırakıp Paris'e yerleşen bir kamyon şöforü. İki travmalı karakter olan Will ile Alek'in yolları bu futbol macerasıyla kesişiyor ve İstanbul'daki maça gitme fikri her iki karakterin de bir anlamda iyileşme süreci olarak kurgulanıyor. Ayrıca Canan Ergüder'in de rol aldığı Boşnak köyü sahneleri başarıyla kotarılmış, hakkını vermek gerek. Ama derinlikli çizilmiş olsa da Alek'in hikayesi kısa tutulmuş hissi yaratıyor.
Nihayetinde karşımızda bir futbol takımına karşı duyulan tutkulu sevgiyi, kayıp baba-oğul ilişkisi ile daha da yücelten bir aile filmi var. Vizyonun hem Babalar Günü öncesinde olması hem de Avrupa şampiyonasının başladığı günlere denk gelmesi filmin gişedeki şansını artıracaktır. Sinematografik dertlerin üstünde çok da durmadan bir aile-spor filmi seyretmek isteyen ve Liverpool-Milan nostaljisini kısa da olsa yeniden yaşamak isteyenlere...