Biraz Hollywood, biraz Avrupa, ne oldu sana?
Yazar: Melis Zararsızİsveçli yazar Larsson’un çok satan “milenyum üçlemesi” romanlarının sinema uyarlamaları epey ses getirmişti. Danimarka’lı yönetmen Niels Arden Oplev, İsveç yapımı bir film olarak Ejderha Dövmeli Kız’ı çektikten iki sene sonra ünlü yönetmen David Fincher aynı hikayenin Hollywood versiyonunu çekmişti ve şu bir gerçekti ki, kaçınılmaz kıyaslamada Fincher’ınki kesinlikle ilkinin tadını vermiyordu. Bunda hem ilk filmin romana sadakati- ya da üslupsal anlamda yakınlığı diyelim- hem de cesur, sert sahnelerin payı vardı kuşkusuz. İsveç yapımı filmde Hollywood filmlerindense daha az aşina olduğumuz bir dil, sinematografi ve oyuncu seçiminin söz konusu olması herşeyi daha çekici ve farklı kılıyordu.“Noomi Rapace” ismi de bu üçlemedeki başarılı performansı ile bilinir oldu.
Esas konumuz olan Dead Man Down’a gelecek olursak, şimdi karşımızda “mixed” bir durumun söz konusu olduğunu söylemeliyiz. Yönetmen koltuğunda yine Oplev, başrolde yine Rapace, Amerika’da geçen Amerika yapımı bir film ve Rapace’nin rol arkadaşı da bir Hollywood starı olan yakışıklı oyuncu Colin Farrell… Nasıl bir karışım olacak diye düşünmeden edemiyor insan izlemezden önce. Zira Avrupalı yönetmenlerin Hollywood’la birliktelikleri her zaman iyi sonuçlar veremeyebiliyor.
Bu filmde de birbirine geçmeyen birşeyler var. Adeta sebzeli püre yapmak ama püreyi yerken tüm sebzeleri tek tek hissetmek gibi bir durum. Zira film hareketli bir Hollywood aksiyon/suç filmi olarak açılıp, yaklaşık 15 dakika sonra, içinde Fransızca konuşmaların geçtiği, Isabelle Huppert’li, uçuk, somon renkli kıyafetlerin, ev dekorlarının, hatta bol bol ev içi sahnelerinin olduğu, sakin, duygusal, masum, Avrupa sineması tadında sahnelerle devam ediyor.
Amerika’da güzel bir apartman binasında annesiyle (Isabelle Huppert) yaşayan Beatrice (Noomi Rapace), yakın zamanda bir trafik kazasından yüzünün yarısında oluşan feci yaralarla (?) kurtulmuştur. Kazaya sebebiyet veren adam birkaç hafta hapis cezası alıp kurtulduğu için ona kin doludur ve karşı apartmandaki yakışıklı adamın (Colin Farrel) bir gün evinde birini öldürdüğüne tanık olur, videoya kaydeder ve onu tehdit eder. Madem adam öldürebilmektedir, kin duyduğu adamı öldürmezse, kayıtları polise verecektir. Kısa bir süre sonra tetikçi diye tanıştığı Victor’un da kendi intikamının peşinde olan yaralı bir adam olduğunu öğrenecek ve kalbini ona kaptıracaktır.
Filmde hoşuma giden duygu “umut” oldu aslında. Film ilk sahneden itibaren Victor’ın yaptığı işten pek de memnun olmadığının, bir yolunu bulsa normal bir yaşantıya dönmek isteyeceğinin ipuçlarını veriyor bize. Film, tetikçi arkadaşlarından birinin Victor’a sevdiği kadını ve çocuklarını, aslında hayatta önemli olan şeyin aile ve bağlar olduğunu farkettiğini anlatmasıyla ve Farrell’in, kaşları sağolsun, meşhur kaygılı bakışlarıyla açılıyor zira. Çok da ipucu vermeyelim ama Victor'un zaten aslında kurulu bir düzeninin olduğunu ama çok acı bir şekilde bozulduğu için hayatının bu hale geldiğini öğreniyoruz bir süre sonra.
Film sürprizini sona saklamıyor gerçi. Victor’un gizemini seyirciden saklamıyor çok fazla, sona bırakmıyor bu şoku. Bir süre sonra Victor’un sırrını paylaşarak ilerliyoruz. Bu da ister istemez merak duygumuzu alaşağı ediyor ve artık ne olacağını aşağı yukarı kestiriyoruz. Bunda bir sorun yok, illa sürpriz sonda patlamak zorunda değil elbette ama heyecan ve tempo zaten bir karmaşıkken, sürprizin de erken açıklanması, seyirciyi itebilecek bir etken. Fakat Farrell, umudu bir düşüp bir yükselen karakter yaratmakta gayet başarılı olmuş, Victor ile “umut”u takip etmek güzeldi.
Beni filmin senaryosunda epey hayalkırıklığına uğratan şey ise ölüm kalım meselesi olan kriminal olayların içinde Beatrice’in intikamının “yüzümdeki yaralar çok çirkin, bunu bana yapan adam ölsün”den öteye gidememiş olması ve üstelik nedense Beatrice’in yüzündeki bu yaraların iki tane kedi tırmığı gibi görünmesi… Hollywood filmi olduğu için “oyuncumuzu çirkinleştirmeyelim” diye düşünülmüş büyük ihtimalle ama işte senaryonun inandırıcılığını da o denli etkiliyor, bir küçük makyaj bile. Ejderha Dövmeli Kız’da saçla giyimle makyajla bambaşka bir kimliğe bürünebilen Rapace’nin yüzünde inandırıcı ve evet “rahatsız edici, cesur” bir yara makyajı olsa, bu inandırıcılık, oyuncunun izleyiciye geçirmek istediği intikam duygusuna bile yansırdı diye düşünüyorum.
Evet, garip bir karışım bu film diyebiliriz, sanatsal Avrupa filmleriyle aksiyon Hollywood filmlerinin içiçe geçememiş, senaryosu da sarkan, ama bir yandan da kendini izleten bir karışımı… Colin Farrel, Noomi Rapace hayranlarını ise mutlu edebilir, zira iki oyuncunun arasında güzel bir kimya oluşmuş.