Bir modern aile klasiği...
Yazar: Oktay Ege KozakThe BFG ile geçenlerde kaybettiğimiz senaryo yazarı Melissa Mathison ve blockbuster sinemasının kralı yönetmen Steven Spielberg’in E.T.’den sonra ikinci ve son kez bir arada çalışmasını görüyoruz. Mathison ve Spielberg’in 34 yıl aradan sonra Roald Dahl’ın yaşam ve hayalgücü dolu kitabını uyarlamak için bir araya gelmesi aslında gayet mantıklı bir seçim, çünkü film E.T. kalitesinde bir aile klasiği olmasa da, çocukların renk, hayret, ve macera dolu yaşama bakış açılarını muazzam bir fantezi dünyasıyla birleştirerek E.T. kadar olumlu, heyecanlı, ve duygu dolu bir deneyim yaratılıyor The BFG ile.
Dahl’ın çocuk edebiyatındaki efsanevi başarısının sırrı, parlak ve çoşkun taşkın dünyalar yaratırken gerçek yaşamın karanlık taraflarını ince alegoriler aracılığıyla çocuklara göstermekten korkmamasında saklıydı. Dahl’ın yaşam görüşüne göre, evet, dünya ilk bakışta harika gibi görünen mekanlarda bile çirkinlikler ve adeletsizliklerle dolu bir yer, fakat sevgi dolu çocuklar ve insanlar olarak yapabileceğimiz tek şey dünyayı olabildiğince pozitif ve güzel bir yere dönüştürmek. Charlie ve Çukulata Fabrikası’ndan James ve Dev Şeftali’ye kadar Dahl’ın kitaplarındaki yaşam ve hayalgücü dolu çocuk ana karakterler, zorluk ve karanlık dolu yaşamlarından olumlu ve sevgi dolu bir dünya yaratmaya çalışıyorlar.
Dahl’ın kitaplarında yakaladığı, parlaklık ve coşkunluğun karanlık ve ümitsizlik ile bir araya geldiği ince tonu beyazperdeye aktarmak gayet zor iş. Belki de bu yüzden bir sürü uyarlama ya yazarın renkli tarafına (2005 yapımı Charlie and the Chocolate Factory), ya da karanlık tarafına (Değeri anlaşılamamış olduğunu düşünmeme rağmen çocuklar için fazla acayip ve şiddetli olduğunu düşündüğüm 1990 yapımı Nicholas Roeg filmi The Witches) ağırlık basıyor.
The BFG ise 1971 yapımı Willy Wonka and the Chocolate Factory gibi Dahl’ın çocuk hikayelerine getirdiği bu ince tonla yaklaşımı harika bir denge ile yakalayan nadir uyarlamalardan biri. Bu basit olduğu kadar etkileyici fantezi, hayalperest ve korkusuz yetim Sophie’nin (Ruby Barnhill) Londra sokaklarında dolaşan esrarengiz bir devi fark ettikten sonra o dev tarafından kaçırılarak kendisini devler dünyasında bulması etrafında oluşuyor. Uykusuzluktan yakındığı için gecenin geç saatlerinde devi fark eden Sophie, bu istemediği şahitlik yüzünden deve yem olacağından korkar.
Fakat takma ismi Büyük Dostça Dev olarak açılan BFG isimli bu dev (Mark Rylance), aslında Sophie kadar canayakın ve yaşam dolu bir yaratıktır. İlk başta yetimhaneye dönmek isteyen Sophie, zaman ilerledikçe BFG’nin gizem ve sihir dolu ‘rüya hobisi’ne yardım etmek ister. BFG ve Sophie arasındaki arkadaşlık güçlenirken, insan çocukları yemeye bayılan bir grup kabadayı oldukları kadar gerizekalı dev, BFG’nin ‘leziz’ bir çocuğu sakladığından şüphelenmeye başlarlar.
The BFG’nin çoğunluğu, gerçek bir kız olan Sophie’nin dışında CGI mekanlar ve karakterlerle dolu, neredeyse yüzde yüz animasyon olacak bir deneyim. Spielberg ve Mathison, ellerindeki teknoloji ve bütçeyi son zamanların modern peri masalı uyarlamarının yaptığı gibi fos aksiyon ve çatışma sahneleri için kullanmaktansa BFG ve Sophie arasındaki duygusal bağlantıyı yaratıcı biçimlerde güçlendirmek için kullanıyor. İkilinin paralel bir boyutta bulunan bir ağacın etrafında değişik renklere sahip ateşböcekleri gibi betimlenen rüyaları yakaladıkları sekans, tek bir şiddet veya aksiyona sahip olmamasına rağmen yılın en hayret uyandıran fantezi sekanslarından birini yaratıyor. BFG ve Sophie’nin kabadayı devlere karşı savaşmak zorunda kalacağını bildiğimiz üçüncü perdeye geldiğimizde ise Lord of the Rings bozması epik bir savaş yerine iki ana karakter arasındaki muazzam ilişkiyi odağından kaçırmayan, mütevazi olduğu kadar olumlu ve eğlenceli bir final ile karşılaşıyoruz.
Andy Serkis’in efsanevi Gollum performansından beri motion capture teknolojisini kullanan performansların gerçek oyunculuk adı altında ciddiye alınmasını, sıra Oscar’lara geldiğinde bu performansların da aday olmasını istiyor bir sürü seyirci. Serkis, her ne kadar bu teknolojiden kaynaklanan karakterlerin kralı olsa da, bir motion capture performansı için gelecek ilk Oscar adaylığının Mark Rylance’a verileceğini düşünüyorum.
Spielberg’in muazzam soğuk savaş gerilimi Bridge of Spies’daki kontrollü olduğu kadar usta performansı için Oscar’ı hak eden (Evet, Stallone daha çok hak ediyordu belki, ama Rylance’ın da hakkını yememek lazım) Rylance, içten ve sevgi dolu BFG karakteri ile filmin yüreğini yaratıyor. Bu performans olmadan filmin seyirci ile bu kadar güçlü bir duygusal bağ kurabileceğini sanmıyorum, çünkü kocaman bütçesine ve etkileyici yönetmenine rağmen The BFG ve Sophie arasındaki arkadaşlık hakkında neredeyse bütün film.
The BFG, Spielberg’in renk ve yaşam dolu 70'ler ve 80'ler dönemini hatırlatan, çocuklara yaratıcılığın, hayal gücünün, olumlu olmanın, ve kötülüğe karşı durmanın önemini harikülade görselliklerle destekleyen bir modern aile klasiği.