Ölüme yatmanın belgeseli...
Yazar: Banu BozdemirSimurg'u Adana Altın Koza'da izlemiş hatta film sonrasında moderasyonunu da yapmıştım. Filme konu olan kişiler de oradaydı. Bedenlerini açlığa teslim etmiş, o yüzden bedenlerinin çoğu işlevi kaybolmuş insanlarla kısa süre de olsa bir arada olmak zordu gerçekten de. Konuşma ve yürüme güçlüğü çeken, (bir tanesi tekerlekli sandalyede) siyasi mahkumların kendi filmlerinin başrolünde olmaları da ilginçti tabii.
Ruhi Karadağ belgeselde 1996 yılında yaşanan F tipi cezaevlerine karşı verilen mücadelede açlık grevi yapan Refik, Cafer, Çiğdem, Hüseyin Muharrem, Ali Ekber ve Delil'in yaşam ve ölüm terazisinde sallanan hayatlarına, önce ve sonrasına tanıklık ederek bunları önümüze getiriyor. Wernice Korsakoff denilen hastalığın yarattığı etkileri hem belgeselde hem de gerçek haliyle yanıbaşımda görünce etkilendim açıkçası.
Gündeme çok denk düşen bir konusu var belgeselin. Geçen hafta sona eren açlık grevleri Simurg'u daha anlamlı hale getirdi. Simurg politik argümanları sonuna kadar kullanan bir yapım, o yüzden zaman zaman görüntüler duygu sömürüsü gibi algılanabilir, vicdanları fazla yokluyor ve sınıyor sanılabilir ama olayın vehameti de ortada! Sonuçta siyasi suçlu olmak ülkemizde iyi bakılan bir durum değil. Var olan düzene karşısındır ve cezanı çekmelisindir! O yüzden açlık grevleri çok az bir kesimin vicdanına hitap eder. Zaten insanın kendi bedenini isteklerine kurban etmesi de genel açılardan kabul gören bir şey değil! O yüzden Simurg belli bir kesimin vicdanına hitap edecek filmlerden!
Belgesel gazeteci Ruhi Karadağ, filmi için "farklı bir deneyimle oyunculara kendi hayatlarını oynattık" diyor ve basının ilgisizliğinden yakınıyor. Aslında mahkumların durumuyla birlikte toplumun ve basının devam eden duyarsızlığı da belgesele eklenebilirdi. Böylece hastaların yaşadıkları ve şimdiki halleri kişisel bir bakış açısından çıkarak daha toplumsal bir bakışa yönelirdi. Böylece o fazla gibi gelen vicdan duygusu da daha genele yayılırdı gibime geliyor.
Ölüm oruçlarının son noktasında olay artık siyasi olmaktan, daha doğrusu ölüme yatmanın anlamını bozmaktan öteye gitmedi. Başbakan "yemek yiyorlar gördüm" diyerek olayı "Survivor Adası" tartışmaları gibi bir platforma taşımaya çalıştı. Sonuçta hassas bir konu ama herkesin buna aynı duyarlılıkla yaklaşmadığı kesin!
Öyle bir sürecin içinde olmak, sürece tanıklık etmek farklı ve acı bir deneyim. Bu hastalığı yaşayan insanların kocaman bedenlerinde çocuk gibi olmaları, ama yine aynı politik duyarlılıklara olaylara yaklaşmaları değişik bir bağlılık ve vazgeçiş aslında.
Filmin hazırlanması süreci 12 yıla yayılmış, 1996, 2000 ve sonrasında devam eden süreçler, hastaların şimdiki durumlarına kadar varan bir zamanı kapsıyor. Yönetmen de "filmi çekmeden önce ölüm oruçlarına karşı olduğunu, insanın bedenini ölüme yatırmaması gerektiğini savunurdum" diyor. Belgeseli çekerken fikirleri değişmiş, sonuçta değişik bir süreç. Bazen bazı şeyleri izleyerek değil de yanında olarak anlamamız, anlamlandırmamız gerektiğini irdeliyor belki de yönetmenin söyledikleri!
twitter.com/BanuBozdemir