Kendi nostaljisine ‘bağımlı’
Yazar: Fırat AtaçTrainspotting, sadece bağımlılığın yarattığı trajediyi etkileyici bir bağımsız film anlatısında önümüze sunabilmesiyle değil, bunu yaparken ‘aynı anda’ acımasız, samimi ve duygusal olmasıyla bir pop kültür olayına dönüşmüştü. Kapkaranlık bir hikayeyi, fena halde eğlenceli bir şekilde anlatmak için yola çıkarken ardına epik bir soundtrack da almasıyla, ‘bütün’ kusursuza yakın şekilde tamamlandı. Film, jenerasyonun film aşıklarını, müzik dinleyicisini hatta uyuşturucuyu bir şekilde hayatına dahil etmişlerini aynı paketle eşit mutluluğa sürükledi.
Romanı kaleme alan Irvine Welsh’in, filmin vizyona girmesinden 10 sene sonra yayınlanan devam romanı Porno, uzun süredir ‘uyarlanır mı?’ sınıfındaydı. Mevzu Danny Boyle ise uyarlanabilirlik her hangi bir problem teşkil edemezdi. Asıl mesele İngiliz sinemasının pop kültür kanadında bu denli ikonik olabilmiş bir işe, yanına yaklaşılması gereken müzik tercihlerine, hatta ve hatta o monoloğa nasıl ‘tekrardan’ ulaşabileceğiniz olmalıydı. İmkanı var mı? Boyle, olmadığını gördü.
‘Sakın bu topa tekrar girmeyin’ ve ‘evet, daha fazlasını istiyoruz’ bağırışları arasında, Boyle’ın gördüklerini görmezden gelmesiyle T2 karşımızda. Porno’nun tam bir uyarlaması olarak değil, ilk filmin senaristi John Hodge’la Boyle’ın beyin fırtınalarıyla. Öncelikle belirtilmesi gereken ise ‘hala izlemeyen kaldıysa’ ilk Trainspotting’ten bağımsız olarak başına oturulmaması gerektiği. Zira T2, kendi nostaljisine ‘bağımlı.’
Arkadaşlarına ihanetinden 20 sene sonra Edinburg’a dönen Mark’ın Spud’la iletişime geçebilmesi çok zor değil. Hatırlayacağınız üzere onun hakkını vermişti. Önemli olan geçimini seks kasedi şantajlarıyla sürdüren Sick Boy ve intikam için an kollayan Begbie ile neler yaşayacağı. Bu noktada uzun süredir hapishanede olan Begbie’nin hikayenin başlamasıyla birlikte kaçış işlemini gerçekleştirmesine pek takılmamak lazım. Başka türlü ilerleyemeyiz.
Boyle’ın isteği orjinalinin ruhuna olabildiğine sadık kalabilmek. Stilize, hikaye anlatımında yaratıcı, kimi zaman sürreal. Açılışla sekansıyla birlikte bir Trainspotting filminin içindeyiz. Komedi ile trajediyi birleştirirken aldığı risklerin yine fazla ama hepsinin olumlu geri dönüşleri var. Zaten tanıdık olan karakterler iyi çizilerek orta yaş krizinin getirilerini inandırıcı kılıyor. Gecikmiş bir devam filmi olmasının yarattığı ‘tesadüfler’ fazlalığı, kolaya kaçmaktan ziyade ‘gereklilik’ hissiyatı barındırıyor.
T2 herkese göre bir film değil. Dümdüz bir mantıkla bakarsak aslında film bile değil. Açık ve net şekilde ilk filme yazılan bir aşk mektubu bu. Başarısı kendi kendini kutlarken mütevazi olabilmesi. Sürekli geçmişi kurcalayan çünkü geleceğe baktıklarında orada umut göremeyen adamlar, her nostaljik dokunuşta yüzümüze gülümseme koydurarak maceralarına devam ediyorlar. İlk filme yapılan sayısız gönderme, kimi zaman bir sahnenin yeniden çevrimini yapma noktasına kadar ilerliyor.
Sonra bir noktada o keyif sona eriyor. Anlattığı şeyi ‘kendi içerisinde’ ele almak sorunları gün yüzüne çıkartıyor. Hani ‘kendi kendini kutlamak’tan geriye kalan vakit var ya, işte o vakitten bahsediyoruz. Katolik düşmanı grubun barında geçen şarkı söyleme sahnesi ve Mark-Sick Boy ikilisinin seneler sonra gerçekleştirdiği ‘kafa kırma’ gecesi dışında elimizde bir şey kalmıyor aslında. Geriye kalanlar, geride kalanların tekrarı. Elden geçirilmiş ‘choose life’ monoloğunun bile tam anlamıyla işlediğini söyleyemeyiz.
Gençlikleriyle yaşlılıkları arasında bağlantı kurduğumuzda ince ince çalışıldığı belli olan büyüme kısmı, dış dünyadan bağımsız olarak kendi dertlerine ‘aşırı’ düşmeleriyle zarar görüyor. Sick Boy’un her şeyi ‘kör gözüm parmağına’ şeklinde açıklayan ‘Nostalji…bunun için buradasın’ sözü, ölümüne hayranları ısıtırken, ‘Kendi gençliğinde dolaşan bir turistsin’ etrafı ateşe veriyor.
Kötü film çekmeyi hiçbir zaman tam anlamıyla becerememiş olan Danny Boyle’ın tercihleri seyirciyi mutlu etmek üzere kurulu ve bunu başarıyor da. Sorun şu ki; The Prodigy’den Lust for Life remixi dinlemektense Iggy Pop’tan orjinalini dinlemeyi tercih ederim. The Prodigy’i delicesine sevmeme rağmen hem de…