Kan bağının laneti!
Yazar: Misafir KoltuğuŞayet bugün, ekonomisi en ufak bir çalkantıda çökecek muğlaklıkta olmasına rağmen iyi kötü üretime devam eden ülkelerin mikro ölçüde iz düşümünü arayacak olursak, Rust Belt denen kasvetli kasaba bunun için en doğru örnek olurdu. Sanayi Devrimi’nin ardından bütün eski teknolojik oyuncakların rafa kaldırılması sebebiyle bir bir çöken sektörler, bu puslu kasabanın da zamanla çökmesini sağlamış ve bölge, yıpranan demirin üzerindeki pasa nazireten "Rust Belt", yani “pas kuşağı” adını almış!
Peki Rust Belt kasabasının, Baze Kardeşler’in bu iç karartan dramındaki rolü ne? Bugün itibariyle ayrı mizaçlara sahip görünen ve ayrı yolları arşınlayan bu iki kaybedenin, kan bağlarına kadar işlemiş lanetini; toprağıyla, suyuyla havasıyla besleyen Rust Belt’i fail ilan edebilmek ne kadar doğru? Yoksa gerçek suçlu bu talihsiz ve her daim bulutlu coğrafyayı paslanmaya terk edenlerin mi?
Fail kim olursa olsun, Russell misali iflah olmaz görünen bir kaybeden bile, içinde debelendiği bu irin yuvasına rağmen değişebiliyor. Suç ile kucak kucağa yaşamaya alışan ve hayatını aynı rotada sürdürmeye mahkum bu adam, bir süre sonra dünyaya gözlerini açtığından beri kucağına itildiği çevreyle verdiği kavga sırasında havlu atabiliyor. Dahası sorumluluk alabiliyor! Fakat ondaki bu irili ufaklı değişim sinyalleri, Baze Kardeşler’in suça meyyal konusundaki talihsizliğinin önüne geçemiyor!
Sebepsiz yere hapiste yıllarını çürüten Russell, çöpe atılan yıllarının telafisini; kendisine biçilen rolü sessizce kabullenip, yoluna devam etmekte ararken; küçük çıban Rodney bölgenin en karanlık suç ağlarından birine saplanıyor! Attığı her adımda başındaki belanın katmerlenmesi, hiçbir koşulda dik kafalılığından ödün vermeyen Rodney’i dibe çekerken, Russell’ı da kendisiyle beraber sürüklüyor o malum dipsiz kuyuya.
Rodney’in en büyük silahıysa, aslında kaybedecek hiçbir şeyinin kalmaması! Hayatına temas eden kallavi bir talihsizliğin, sahip olduğu her şeyi gözünün önünden alıp götürmesini bile sessizce sineye çekmeyi kabul eden Rodney; sabrın sonunun pek de selamet olmadığını kabullenerek, koca bir çetenin karşısına dikiliyor.
Oyunculuk geleneğinden gelen ve Crazy Heart ile dikkatleri üzerine toplayan Scott Cooper’ın bu ikinci uzun metrajlı filmi, öncülünün aksine biraz daha dağınık bir yapım. Rust Belt’in sisli suretinde, belli periyodlar halinde kapıyı çalan küresel krizden, hesaplaşma süreci uzun bir süre daha bitmeyecekmiş gibi görünen Irak Savaşı Sendromu’na; artık alışılagelen kalıpların dışında tuvale yansımayan suç dünyası gevelemelerinden, vigilante klişelerine kadar filmi şişmanlatacak bütün potansiyel detayları yapıtına dikmiş Cooper. Fakat ortaya çıkan intikam öyküsü, her ne kadar klişelerle barışık olsa da bunları sürükleyici bir şekilde işletebildiğini iddia edebilmek biraz tartışmalı!
Her ne kadar öyküsünün yaması yer yer açılsa da, Cooper’ın perdeye iteklediği oyuncuların performansını yabana atabilmek de pek mümkün değil! Christian Bale’in bir intikam meleğine kıyasla dingin sayılabilecek performansı fazlasıyla dikkate değer. Ağabey Affleck’e oranla, sinemasal arenada tutarlı bir rota tutturan Casey Affleck’in de seyir zevkine harç olduğu inkâr edilemez. Pek de şaşırılmayacak biçimde, filmde görüldüğü ilk saniyeden itibaren perdeyi ezip geçmeye ant içmiş olan Woody Harrelson’ın üst düzey psikopat güzellemesi Harlan DeGroat, belki de filmin en önemli kozu!
Her halükârda, içerik anlamında “intikam öyküsü” matematiğini tutturmakla birlikte, sağlamasına eğilmeyen sinemasal bir mahsul var karşımızda. Scott Cooper adına bir geri adım olsa da şans verilmeyecek kadar sığ bir örnek olduğu söylenemez!
Fatih Yürür