Eşcinsel sinemasının en iyi örneklerinden
Yazar: Ali ErcivanYüksek apartmanlardan birinde tek başına yaşayan genç bir adam. Akşam dışarı çıkmaya hazırlanıyor, az sonra öğreneceğiz ki yakın arkadaş olduğu bir çiftin evine gidecek. Bu heteroseksüel çift, kızlarının vaftiz babası seçecek kadar yakınlar Russell’a. Genç adamın belli ki özel durumlarda giymek için aldığı yeni bir çift spor ayakkabısı var, bu gece de onları mı giysem diye düşünüyor kısa bir süre. Vazgeçiyor, her gün giydiği ayakkabıları geçiriyor yine ayağına ama belli ki o da dış görünüşe dair bu detayların önemli olduğu bir küçük burjuva dünyasının parçası. Yalnız ve beğenilmek isteyen her eşcinsel erkek gibi belki… Sonra evden çıkmadan önce biraz uyuşturucu kullanıyor çünkü kolay bir akşam olmayacak onun için. Ne özgüveni yüksek bir adam Russell ne de katıldığı ev partisinde rahat eder gibi bir hali var. O insanlar tek sosyal çevresi belki ama onların yanında bile rahatsız, tedirgin, çekingen. Eşcinsel bir arkadaşları olduğu ve onu yargılamadıkları için kendileriyle gurur duyuyordur muhtemelen o insanlar ama en azından bazılarının Russell’a gerçek anlamda saygı duyduklarını söylemek zor. Russell’ın gündelik yaşamında fazla gay davranmaktan, algılanmaktan sürekli çekiniyor olmasının tek sebebi, bu gibi insanlar tarafından dışlanmaktan korkması. Aslında oraya ait hissetmiyor Russell kendini ve erken ayrılıp, muhtemelen en başından beri planladığı gibi, bir gay kulübüne gidiyor. Aslında sevmediği bu mekanda tek aradığı, yalnızlığını geçici de olsa unutabileceği bir deneyim. Ve bir köşede kendi kendine müziğe ayak uydurmaya çalışırken, barın orda durmuş kendisini kesen Glen ile göz göze geliyor.
Glen ile ilgili ilk öğrendiğimiz ise Russell gibi içine kapalı ve çekingen biri olmadığı. Vücut dilinden bile belli bu. Russell’a kalsa, o gece sadece bir iki bakıştıklarıyla kalacaklar. “Bu bana nasılsa bakmaz” diye düşünüyor çünkü Russell. Sabah birlikte uyanmaları, Glen’in girişkenliğiyle oluyor, görmüyoruz ama biliyoruz. Glen bir sanat projesi üzerinde çalışıyor. Bu proje gereği de birlikte olduğu adamlara beraber geçirdikleri vakitle ilgili sorular soruyor, anlattıkları her şeyi kaydediyor. Russell huzursuzca anlatırken fark ediyoruz ki kendine güvensizliği seks sırasında bile sürmüş. Glen dışadönük biri ve çok insan tanımıştır muhakkak, Russell’ın çekincelerini hemen fark ediyor, adını koymaktan ve yüksek sesle dillendirmekten çekinmiyor. Ve farkında olarak ya da olmadan, Russell’ın bu hayatta istediği, ihtiyaç duyduğu tek şeye yardım ediyor. Kabuğunu kırmaya başlamasına.
>Kolay değil tabii bu. Vedalaşmak için evin kapısında durdukları sırada, az ötede heteroseksüel bir çift aynı şeyi pekala öpüşüp koklaşarak yapabiliyor. Glen de uzanıp öpmek istiyor ama Russell’ın cesaret edebileceği bir şey değil bu. Glen yolda biri arkasından “İbne!” diye hakaret etse de umursamadan yürümeye devam edebilir. Russell yapamaz. Henüz yapamaz.
Bir veda daha bekliyor onları. Küçük karşılaşmaları, o haftasonu boyunca devam eden bir kaçamağa ve hatta aşka dönüşüyor. Ancak Glen’in Amerika’ya gitme, eğitim için en az iki yıl orada kalma, belki yepyeni bir hayata başlama planı var. Russell aşkı bulmuşken, duygusal bir ilişkide nasıl rahat hissedeceğini yeni yeni öğrenirken, Glen’i nasıl bırakacağını bilmiyor. Glen için de sırtını dönüp gitmesi zor bir ilişkiye dönüşüyor aralarındaki.
Kapı önündeki o ilk vedadan, tren istasyonundaki son vedaya kadar geçen süreci anlatıyor aslında Hafta Sonu(Weekend). Russell’ın bu küçük karşılaşma sonrası ne kadar acı çekse de daha tam, kendiyle barışık, cesur bir insana dönüşmesini anlatıyor. Gündelik yaşamını dört taraftan çevreleyen homofobik dile inat, kimseden çekinmeden, sevdiği adamı herkesin içinde öpebilecek hale gelmesini anlatıyor. Biri ilişkilere, diğeri özgürlüğüne inanan iki adamın birbirlerini nasıl değiştirdiğini anlatıyor. Yazar ve yönetmen Andrew Haigh’in müthiş bir sahicilik hissiyle perdeye aktardığı, başrollerdeki Tom Cullen ve Chris New’un da o sahiciliği mükemmelen tamamladığı, küçük ama çok etkili, belki biraz geveze ama çok duygusal bir öykü karşımızdaki.
Gladiator, Black Hawk Down, Kingdom of Heaven gibi filmlerin kurgu asistanı olarak başladığı kariyerinde senarist ve yönetmenliğe geçtiğinde daha ekonomik, hatta minimalist denebilecek bir üslup tutturan Haigh, bir rent-boy’un hayatını anlatan yarı belgesel Greek Pete’in ardından Haftasonu ile adını duyurdu, ödüller aldı. Şimdi HBO dizisi Looking’in yazar, yönetmen ve yapımcılarından biri olarak San Fransisco’daki geylerin benzer ilişkilerini, dertlerini küçük ekrana taşıyor. Kariyerine eşcinsellik öyküleri anlatarak devam edeceğini sanmıyoruz ama yine de bu öykülerin insanlara ulaşması adına çok büyük şeyler başardığı muhakkak. Ülkemizde üç yıl gecikmeyle vizyon şansı bulan Haftasonu sinemada izlediğimiz en dürüst, gerçek ve güçlü eşcinsellik öykülerinden biri olarak çoktan kabul gördü bile…
Ünlü İngiliz yazar E.M. Forster, 1914 yılında yazdığı ama ölümünden sonra yayınlanan romanı Maurice için, “Hiç değilse edebiyatta, iki erkek birbirlerine aşık olsunlar ve edebiyatın izin verdiğince sonsuza dek öyle kalsınlar istedim” demiş. Eşcinsel edebiyatı veya sineması için mutlu son belki de günümüzde iki erkeğin aşkının bir kurmacanın sınırları içinde böyle sahici bir şekilde perdeye yansıtılabiliyor olması. Russell’ın şu sözleri haksız değil neticede: “Bir adamın, başkaları ne kadar iğrenç veya yanlış olduğunu söyleseler de, sevdiği adama ‘Seni seviyorum ve hayatımı seninle birlikte geçirmek istiyorum’ diyebilmesi son derece radikal bir beyandır.”
Twitter: aliercivan