İnsanın doğasında savaşmak var! Buna engel olmak olası değil. Yıllık iş hacmi 1,5 trilyon doların üzerine çıkmış silah endüstrisi de, dünyanın üçte birinde süre giden savaşlara veya iç çatışmalara, sürekli yenilenip dijitalize olan ‘ürün'leri yetiştirmek için çarklarını döndürüyor. Düşmanlık tohumlarının acı meyveleri olan, korkularla beslenen her yeni nesil de, ülkesini savunmak için ölmeye hazır hale geliyor. Bakınız Türkiye'ye: Silah ithal eden ülkeler sıralamasında ilk 15 içindeyiz; tarihimizin son çeyrek yüzyılında da terörü bitirmek için 400 milyar dolar harcamışız; yani silah endüstrisine bu miktarı akıtmışız.
Savaş uçaklarında da, sinemada da temel teknolojiyi Batı'dan almak durumundayız. Dolayısıyla Hava Kuvvetleri'nin 100. yıldönümü şerefine, böyle bir propaganda filmi çekilmeden önce iyi düşünülmeliydi... Keşke, belgeselde karar kılınsaymış. ‘Cin fikirli' bir belgesel yönetmeni, Hava Kuvvetleri savaş uçağı pilotu olmak için zorlu ve çok kapsamlı bir eğitim döneminden geçen teğmenlerin bu sürecini takip ederek, ortaya çarpıcı bir film çıkarabilirdi. Ancak bu, Hollywood'un başarılı formüllerini bile kullanamamış bir film.
Özetle yapılan şu: Sağlanan geniş olanaklarla gökyüzünde yapılan çekimlerle, pespaye televizyon dizisi düzeyini geçemeyen yerdeki hikâyecikleri birleştirmek...
Oysa böyle bir yapıda, teğmenlerin kişisel hikâyelerinin kırılma ve çatışma anlarındaki psikolojik çalkantıların, iç dünyaları, arkadaşları, sevdikleri, eğitimleri, en önemlisi de gökyüzünde ayrıca oluşturulacak gerilim unsurlarıyla girdikleri etkileşim, filmi burgu gibi deler; seyirci karakterlerle empati kurarak tüm duyguları onlarla beraber yaşar, ağlar, heyecanlanır, kalp ağrısı çeker. Ama bunun için öncelikle, ortada böyle kaba metin bir değil, adam gibi senaryo olması gerekir.
Üstü açık arabalarla ve gıcır motosikletlerle dolaşan güzel gülüşlü yakışıklı genç erkek pozlarıyla, Amerikan filmlerinden aparma günbatımı manzaraları arasında öykü anlatmayı unutur, hele bunu ‘varlık nedeniniz ‘olan havadaki dinamizmle sağlamca birleştiremezseniz, ortaya bu ‘rastgele' film çıkar.
Ortada bir yönetmenlik olmadığından oyunculara yüklenmek doğru mu kararsızım, ancak şöyle bir gerçek gözümüze giriyor: Biz sinema yazarlarının ilgi alanı içinde olmayan Türk yerli dizilerinde, genç kadın ve erkek seyircilere sunulan idol ve idolcüklerin bir kısmı tiyatro eğitimli de olsa, bir sinema filminde yer almaya henüz hazır değiller. Kendilerinden bir büyü, bir ışıltı yayılmıyor. Onların bu ‘ruhsuzluğu' "Anadolu Kartalları'nı izlerken içine giriverdiğiniz sıkıntıyı katmerli hale getiriyor.
Keşke proje hakkında karar verilirken Batı'daki örnek filmler analiz edilseymiş... Hayır, Tom Cruise'un başrolde olduğu o ünlü "Top Gun"a kadar uzanmayın; televizyonlarda sık sık yayımlanan B sınıfı filmlerden bile çok şey öğrenilebilirdi.
Tam anlamıyla ‘akla zarar' bir film! En affedilemezi de, Konya askeri üssündeki diyaloglarda Mevlana'ya atıflarda bulunulması!