Meseleyi çok da kişiselleştirmeden..
Yazar: Fatih YürürNeredeyse her biri hızlandırılmış birer Avrupa gezisi varyasyonu haline gelen orta segment aksiyon güzellemelerinin bir başkası ile karşı karşıyayız. Peki Suikastçi emsallerine oranla hangi noktada duruyor? Derinlik problemi olmayan temiz bir aksiyon örneği mi yoksa klişeleri kurcalamak isterken tökezleyip boylu boyunca yere yığılan standart altı bir yapım mı?
Milenyum sonrasında özellikle Bourne serisinin kazandığı ivmenin de inkar edilemez etkisiyle, her yıl en az 3-5 tane emsalini izlediğimiz “modern” aksiyonların abecesini aşağı yukarı ezberledik sanıyorum. Hatta bu kimya o kadar otomatik işlemeye başladı ki, sadece afişine bakarak bizleri nasıl bir yapımın beklediğini tahmin etmek, tescillenmemiş bir rutin haline geldi.
Yine peşin peşin altını çizmek gerekir ki, Suikastçi’nin de bu konuda ciddi ciddi ezber bozma gibisinden bir kaygısı zaten bulunmuyor. Külliyatın tepesine tırmanmak için teknik ve içeriği dengeli bir biçimde erittiği falan da söylenemez hani. 2014 yılında görücüye çıkardığı Kill The Messenger filmiyle birlikte devler ligine zıplamaya hazırlandığını düşündüğümüz Michael Cuesta için konuşmak gerekirse şayet; Suikastçi kelimenin tam anlamıyla bir geri adım. Öyle ki “iyi gidiyor” izlenimi veren, çaktırmadan “acaba mı?” dedirten oldukça dinamik açılış sekansının hemen ardından, büyük bir ısrar ve umarsızlıkla sığ sularda yüzmeye devam ediyor.
En acımasız tabileri ardı ardına sıralayarak, eldeki malzemelerle nasıl Suikastçi ve emsali filmler yapılır tarifi vermek çok daha mantıklı şu noktada. Hızlandırılmış Avrupa seyahati konumlarını karşılayabilecek niş mekanlar, sık sık karambole düşen inceliksiz aksiyon koreografileri, inandırıcılıktan birkaç fersah uzun karakterler, altı doldurulmaya çalışırken iyiden iyiye bulamaca dönüşen bir polisiye öyküsü ve kafi oranda entrikayı aynı tencerede kaynattığınız zaman karşınıza çıkacak olan şey aşağı yukarı Suikastçi’ye tekabül ediyor. Aslında bu kadar uzatmaya da gerek var mı emin değilim. Sadece Galata, Eminönü ve Sirkeci dolaylarını mesken belleyen, son yıllarda önümüze servislenen hemen hemen her aksiyon filminin akıbetinin ne olduğu ortada. Elbette temeli olmayan bir genelleme ama şu ana kadar yanıldık mı? Pek sanmıyorum.
Yönetmen Cuesta, Vince Flynn’in kitabından beyazperdeye uyarladığı bu kesif islamofobi kokulu filmini, hiçbir çekince olmaksızın bir memur yönetmen zihniyetiyle çekiştire çekiştire sündürmüş. Tabi Flynn’in metninin de etik açıdan hasarlı noktaları bulunduğu da es geçilmemesi gereken bir başka detay. Cuesta, belki buradan aldığı gazla “politik doğru” gibi bir kısıtlayıcılığa düşmemeyi tercih etmiş olacak ki, karakterlerinin tamamını siyah ve beyaz keskinliğiyle ete kemiğe büründürmüş.
Labirent serisiyle genç izleyicilerin radarına yakalanan ve kamera önü karizması fazlasıyla tartışmalı Dylan O’Brien’den başlayarak, kayışları koparmış deli fişek mentor rolünde Michael Keaton ve kariyerinin en sönük ve kifayetsiz performanslarından biriyle sevenlerinin karşısında dikilen Taylor Kitsch; sırayla bu dramada kendilerine düşen iç bayıcı kısmı oynuyorlar. Neredeyse hiçbir oyuncunun kendini inandırarak dahil olmadığı izlenimi veren bu skeçler bütünü, şehir merkezinde Arap asıllı kötü adamımızı korumak için görev yapan “jandarmanın” da devreye girmesiyle birlikte zaten gerçekçilik konusundaki tartışmaların gereksiz olduğu bir müsamereye dönüşüyor.
Nihayetinde, nükleer bomba peşinde İran’ı hedef bellerken çatara patara adam vurarak; tıpkı bir arcade oyunu karakteri misali bölüm sonu canavarını da alt eden kahramanımızın da azmi sayesinde; finale doğru Roland Emmerich’e bile garip fikirler verebilecek ani bir deniz felaketi sürpriziyle de başa çıkmak için uğraş veriyoruz ister istemez. Aslında bakarsanız bu uçuk fikirler sayesinde, Sirkeci sokaklarında Murat 131 ile kovalamaca fantezisini perdeye taşıyan Taken’dan bu yana yaşanan en üst düzey fanteziye ev sahipliği yapan Suikastçi; belki de bu ilginç karnaval sebebiyle biraz olsun ilgiyi hak edebilir… Bu konuda çok emin değilim bakın…
Son tahlilde, kız arkadaşının trajik ölümünün ardından, kişisel çabalarıyla terörist avına çıkan genç bir adamın, CIA tarafından hızlıca yetiştirilip bir suikastçi haline getirilmesi fikri kağıt üzerinde sizi heyecanlandırmayı başarıyorsa, filme bir şans vermenizde fayda var. Fakat Scott Adkins gibisinden maharetli bir aksiyon yıldızının, devler liginde sürekli olarak gözden çıkarılmasının, hiçe sayılmasının sebebini, öyle sanıyorum ki hiçbir zaman anlayamayacağız!