ORTALAMA BİR FİLM OLMASINA RAĞMEN ÇOK BEKLENTİYE GİRMEDEN İZLENEBİLİR
“Erkek filmleri çeken kadın yönetmen” olarak nam salan Kathryn Bigelow sinemasını “1982 – 2000” ve “2002 – 2012” olarak iki farklı dönemde incelemek gerekiyor. 1982-2000 arası dönemde tür sineması konusunda “Near Dark” (1987), Point Break (1991), Strange Days (1995) gibi yetkin örnekler veren Bigelow, 2002’deki “K:19: The Widowmaker” filminden itibaren “siyasi” ve “milliyetçi” yapısı ön planda olan filmler çekmeye başladı. 2009 yılında daha minimalist tarzda olmasına karşın görece vasat filmi “The Hurt Locker” ile, “Avatar” (2009) ve “Inglouirous Basterds” (2009) gibi güçlü filmler karşısında “Film” ve “Yönetmen” Oscar’larına sahip olarak haksız bir galibiyet aldı. Zero Dark Thirty ise kuşkusuz Bigelow’un 2000 sonrası çektiği filmler içerisinde “sinema duygusu”, “teknik altyapısı” ve “siyasi tutumu” bakımından açık ara en iyi filmi.
11 Eylül saldırılarının ardından yıllardır aranan Usame Bin Ladin’in öldürülüşünü ele alan film, bunu kendisini “dişli köpek” olarak tanımlayan kadın ajan Maya (Jessica Chastain) ‘nın mücadelesi ekseninde anlatıyor. Bigelow, sonunu başından bildiğimiz bu hikayenin 2003 – 2011 arasındaki “yakalama süreci”ne odaklanıyor ve Mark Boal’un gerçeklere ve gizli belgelere dayanan senaryosu ekseninde bir “operasyon filmi”ne dönüşüyor. Konusal bazda olmasa da kısmi olarak David Fincher’ın “Zodiac” (2007) ‘ıyla benzeştirmek mümkün filmi, çünkü ikisi de gerçek bir olaydan uyarlama. Birisi dedektif filmi konseptinde ilerlerken, diğeri CIA filmi tabanını eksen alıyor. Fakat Zero Dark Thirty’deki karakterlerin Zodiac’taki gibi derinlemesine ele alındığını söylemek mümkün değil.
Zero Dark Thirty ile ilgili yakın zamanda yapılan eleştirilere baktığınızda “film eleştirisi” ve “ideoloji eleştirisi” olarak ikiye ayrıldığını göreceksiniz. Bunların büyük kısmı ise filmin içerisinde barındırdığı tüm başarıları görmezden gelip “İşkenceyi savunuyor, Amerika’yı yüceltiyor, Kahrolsun Bigelow!” türündeki cümlelerden oluşuyor. Açıkçası durumun bu noktaya gelmesinden epey rahatsız olmuş durumdayım. Örneğin, Robert Zemeckis’in bu yılki son filmi “Flight” (2012)’ı ele alalım. Gece boyunca alkol alıp ayağa kalkamayacak durumda olan Whip Whitaker’ın bir saat sonra mahkemeye çıkması gerekmektedir. Ve avukatı, Whip’i ayık duruma getirmek için ona kokain çektirir. Ki Whip zaten kokain kullanmaktadır. Ondan sonra kendine gelir ve mahkemeye çıkar. Şimdi bu noktada kokaini özendiriyor mu demeliyiz? Tabii ki hayır. O anki durum çerçevesinde “etik” olmasa dahi Whip’i kendine getirmek için yapılması gereken yapılıyor. Kaldı ki, Flight gerçek bir olay değil “bir senaryo”.
Şimdi Zero Dark Thirty’nin çok konuşulan işkence sahnelerine gelelim. Karakterlerin Usame Bin Ladin’e ulaşabilmesi için onun örgüt militanlarını konuşturma amacıyla işkence yapılıyor. Yapılan işkenceler teröristleri konuşturuyor ve sonunda adım adım gerçekleşen operasyonlar sonucunda Ladin’i yakalamayı başarıyorlar. Bu gerçek bir olay olduğundan Ladin’i yakalayış sürecinde CIA’nin söylediği gibi gerçekte kimseye işkence yapılmadığını düşünmek elbette bir ütopya. Dünyanın en büyük teröristlerinden birini yakalamak için ona aşırı derece bağlı militanlarını kolay bir şekilde konuşturamazsınız. Peki bu noktada Bigelow işkenceyi mi savunuyor? Yine hayır. Kendisinin de dediği gibi “Ben olanı gösterdim.” CIA’nin ve filmi izleyen çoğu kişinin “Asla işkence yapmadık” diye şiddetle karşı çıkmalarına rağmen Bigelow aslında Amerika’yı eleştirmiş bile oluyor. Peki Bigelow teröristlere işkence yapmadan onları konuştursaydı, aynı eleştirmenler bu sefer gerçekleri yansıtmadığını, kahramanları sevimli hale getirmeye çalıştıklarını, olayları Amerika’nın kendi işine geldiği gibi yorumladığını iddia etmeyecekler miydi?
İşkence sahnelerine gelirsek abartıldığı kadar “aşırı” olduğunu söyleyemeyeceğim. Bir insanı konuşturmak için yapılan işkenceler arasında “yüzüne gece boyu ışık verip uyutmamak”, “son ses metal müzik açmak” ya da “waterboarding” gibi yöntemlerin olduğunu zaten biliyoruz. Ki diğer işkence yöntemleri düşünüldüğünde bunlar “hafif” bile kalıyor. Bigelow zaten bu sahneleri mümkün oldukça “kansız” ve “pornografi” sınırlarında dolaşmadan yapıyor. Bu da Bigelow’un işkenceleri gösterirken “yumuşatma” yoluna gittiğini ve hatta yapılan çoğu işkence yöntemini de göstermediğini kanıtlıyor. Peki filmde “milliyetçi” dokunuşlar yok mu? Elbette var. Fakat bir Amerikan filminden bahsediyoruz. Elbette Amerika, “Argo”, “Lincoln” ve “Zero Dark Thirty” gibi filmler çekecek. Ama biz bunlara bakış açımızı “Amerika’yı övüyorlar işte. Çöp!” kıvamına getirip filmlerdeki tüm yönetmenliği, teknik altyapıyı ve oyunculukları görmezden geliyorsak “sinema” adına kendimizi sorgulamamız gerek diye düşünüyorum.
Filme tekrar dönersek Kathryn Bigelow’un inanılmaz yönetmenliği filmin her karesinde gözümüze gözümüze çarpıyor. . Amerika’da Zero Dark Thirty hakkında büyük ihtimal kulisler açılıp yapılan “işkence” sahnelerine eleştiriler. Oysa Bigelow, herkesin dillerinden düşmeyen, son yarım saatteki olağanüstü “baskın sekansı”nın haricindeki ilk 2 saat içerisinde de “güçlü bir CIA filmi” tabanı yaratıyor. Üstelik kimseyi “şovenist bir kahraman”a dönüştürmüyor, “Yaşasın Amerika!” demiyor. Şahane kurgusunun altında hafiften sürekli kendisini devam ettiren Alexandre Desplat notaları da filme büyük güç katıyor. Özellikle yine Bin Ladin’in öldürülmesini konu alan bu seneki bir başka film “Seal Team Six: The Raid on Osama Bin Laden” (2012) ile karşılaştırdığımızda Bigelow’un yönetiminin ne kadar “büyük” olduğunu çok daha iyi anlıyoruz. Aynı baskın sahnesinin farklı ellerde nasıl “önemli” ya da “önemsiz” hale gelebileceğini görmek için diğer filmin de izlenmesi gerekiyor.
Karakterlerinin çok derinlikli yazılmaması kuşkusuz filmde tek bir amacın olmasından kaynaklanıyor. “Usame Bin Ladin’i yakalamak!” Bunu yaparken en çok takdir ettiğim şey ise kendini “dişli köpek” olarak adlandıran “Maya”nın, bir kadın olarak kendini erkeklere sunmadan bu işi başarabilmesi. Bu noktada filmi “feminist” olarak niteleyenler da olacaktır. Jessica Chastain’in üstün performansının ise büyük payı var. “Silver Linings Playbook” (2012) ‘taki rolüyle bu yılki rakibi Jennifer Lawrence gibi “yüzüne odaklı” abartılı ve gösterişli mimiklerle oynamayı tercih etmiyor, aksine filmdeki 8 yıllık süreç içerisinde bakışlarının ardında barındırdığı bir sürü duyguyu aynı gerçeklikte yansıtıyor ve yürüyüşüne kadar kademe kademe kendini değiştiriyor. Filmin güçlü ve kalabalık oyuncu kadrosu da bir “Toplu Performans” adaylığını hakediyor açıkçası. Jason Clarke, James Gandolfini, Kyle Chandler, Jennifer Ehle, Mark Strong, Joel Edgerton gibi oyuncular yan rollerdeki performanslarıyla filmi “diri” tutmayı başarıyorlar.
Zero Dark Thirty, “işkence” ve “ideoloji” tartışmalarıyla devam ededursun, Bigelow’un 2000 sonrasında çıkardığı “en iyi iş”. Yönetmenlik anlamında ise kariyerinin “en iyisi” bile diyebiliriz. Bize ise Bigelow’un böyle bir “yönetmenlik-oyunculuk-kurgu-sinematografi-müzik” bileşiminde “kusursuz” bir iş çıkarmasını takdir etmek ve böyle işler ortaya koymaya devam edecekse “inandığı yolda ilerlemesini” dilemek kalıyor.