İyi işçilik her şey mi?
Yazar: Ali ErcivanÜç sene önce Ölümcül Tuzak (The Hurt Locker) ile Oscarları toplayan ve en iyi yönetmen kategorisinde Akademi Ödülü'nü kazanan ilk kadın olarak tarihe geçen Kathryn Bigelow, yine Ortadoğu ve 11 Eylül sonrası Amerika'nın terörle mücadelesi ekseninde bir filmle karşımızda. Senaryosunu yine Mark Boal'un yazdığı Zero Dark Thirty, Usame bin Ladin'in ölü olarak ele geçirilme sürecini anlatıyor. 5 dalda Oscar'a aday gösterilmiş olan yapımın en çok dikkat çeken yönü ise CIA'in bu süreçte işkenceyi bir bilgi edinme yöntemi olarak kullanmasını meşrulaştırdığı tartışması.
Ölümcül Tuzak, koyu Amerikan milliyetçiliği, ırkçı ve şoven bir yaklaşıma sahip olmakla suçlandığında belli ölçüde filmi savunmuştum. Çünkü o filmin özellikle Irak'ın işgaliyle ilgili olmadığını, dolayısıyla o konuda kelam etme derdi bulunmadığını, aslen bir savaş psikolojisini anlatmaya çalıştığını ve Irak'ı buna sadece güncel bir fon olarak seçtiğini düşünüyorum. Böyle önemli bir mevzuda kendi sözünü üretmekten kaçınması yine de bir problemdi, onu da kabul ediyorum.
Zero Dark Thirty ise aslında çok daha dar kapsamlı bir proje. Bunu söylememin sebebi, The Hurt Locker'ın genel olarak savaş üzerine söyledikleri varken, bu filmin salt bir yakalama operasyonunu anlatıyor olması. Bigelow ve Boal, öykünün merkezine Maya adlı bir CIA ajanını yerleştirip yıllara yayılmış bir istihbarat avını perdeye aktarıyorlar. Gizli belgelere dayandırıldığı söylenen senaryo, Usame bin Ladin'i yakalama sürecini deşifre ediyor. Hepsi de bu! Ne bir karakter değişimi, ne filmi taşıyan bir dramatik çatışma, ne de tüm bunlardan çıkan bir anlam. Bütün o işkence tartışmalarını falan bir kenara koyun, geriye son derece düz ve boş bir operasyon filmi kalıyor. David Fincher imzalı Zodiac'taki gibi o arama sürecini bir takıntı haline getiren ajanların/polislerin psikolojisi de yok burada; muhtemelen bu yıl Oscar'ı kazanacak olan Operasyon: Argo (Argo)'daki gibi bir duygusal tansiyon da...
Bu durum, bence sadece çok revaçta ve popüler bir isim olduğu için Oscar'a aday gösterilen Jessica Chastain'in performansına bile yansıyor. Ne bir karakter dönüşümü, ne bir duygusal derinlik... Örneğin Emmy ödüllü televizyon dizisi Homeland'de bazı açılardan benzer bir karakteri canlandıran Claire Danes'e ne kadar etli, komplike bir rol yazıldığını düşününce, buradaki Maya, bir 'karakter' bile sayılmaz doğrusu.
Dolayısıyla filmin sonunda oturup nihayet bir duygu emaresi gösterdiğinde, ağladığında, bunun sebebini çözmekte bile zorlanıyoruz. O gözyaşları 11 Eylül'ün sorumlusu olarak gösterilen Usame bin Ladin'i nihayet yakalamış olmanın mutluluğundan mı? Bir diğer televizyon dizisi The Newsroom, tek bir bölümünde Amerikalılar için bu ölümün duygusal önemini çok daha etkili ve net anlatabilmişti. Zero Dark Thirty'de bu da eksik. Yoksa acaba yıllar süren, uğruna dostlarını kaybettiği mücadele bittiği için veya tam da bu mücadele uğruna karakterinden verdiği tavizler için mi ağlıyor Maya? İlki sadece bir rahatlama, boşalma anlamı taşır. İkincisinin ise gerçekten altı boş. Çünkü Maya'nın kayda değer bir karakter dönüşümü yaşadığına, en azından o tavizleri verirken zorlandığına hiç şahit olmadık film boyunca.
Demek istediğim, hepsinin altı boş. Senaryonun da altı boş, karakterin de. Bigelow'un başarılı işçiliği de bir şey ifade etmiyor o noktadan sonra.
O halde yazımın son kısmını da şu işkence meselesine ayırayım. Kathryn Bigelow, filme yönelik eleştirilere şu şekilde karşılık verdi. "Göstermek, onaylamak değildir." (Depiction is not endorsement.) Prensipte bu kesinlikle doğru. Sonuna kadar da savunurum. Usame bin Ladin'in yakalanmasına giden yolda CIA tutukladığı çeşitli Müslümanlara işkence yapmışsa ve siz bin Ladin'in yakalanması hakkında bir film yapıyorsanız, bu işkenceleri gösterirsiniz. Bir şeyin filmini yapmak, o şeyi tasvip etmek anlamına gelmez. Kurgu ile gerçeği ayırabilmek gerekir. Ancak yine de bu meseleye yaklaşımınızı, mesafenizi değerlendiririz.
Bigelow'un filminde işkence meselesiyle ilgili kilit bir sahne var. Karakterler kendi işleriyle ilgili konuşurken, televizyonda o dönem yeni Amerikan başkanlığına seçilmiş olan Barack Obama'nın bir röportajı yayınlanıyor. Obama, işkencenin bir istihbarat metodu olarak kullanılmadığını ve kullanılmayacağını beyan ediyor. Karakterlerimiz kısa bir süre için susup, "Neden bahsediyor bu adam?" dercesine ekrana bakıyor ve sonra ciddiye bile almayıp kendi işlerine dönüyorlar. Bu sahne, o ana dek işkence temasını tarafsızca işler gözüken filmin kendini bile isteye açık ettiği tek yer ve birkaç açıdan okunabilir.
Bunlardan ilki, "resmi beyanlar ne olursa olsun işler aslında hiç öyle yürümez" gibi son derece pratik bir yaklaşım olabilir. Yani bu sahneyle film bize, politikacılar konuşur ama gerçek dünyada işler öyle yürümez demek istiyor olabilir. Bunu politik görüşten bağımsız, sadece gerçekçi bir tavırla yapıyor da olabilir. Yani taraf tutmak derdinde değildir yine de... Veya film politik olarak kendini net bir şekilde Cumhuriyetçi tarafta tanımlayıp Obama'ya "Sen neden bahsediyorsun? O işkenceler olmasaydı, bin Ladin hala evinde çocuklarına çocuk ekliyor olurdu! Sen de rüyanda görürdün onu yakalamayı!" demek istiyor da olabilir. Ki insan o sahnede Obama ile bir parça dalga geçildiğini inkar edemez herhalde.
Bana sorarsanız, her koşulda tatsız, filmi tarafsızlıktan çıkaran, çirkin bir durum. Fakat bence asıl problem yine de karşımızdakinin dümdüz, derinliksiz ve sonunu önceden bildiğimiz için gayet heyecansız bir operasyon filminden fazlası olmaması. Maalesef Zero Dark Thirty'yi biraz olsun ilgi çekici kılan tek şey bu işkence tartışmaları. Varın gerisini siz düşünün...
Filmle ilgili övgüyle bahsetmek istediğim iki şeyin, Alexandre Desplat imzalı müzikleri ve işkenceci ajan Jason Clarke'ın güçlü performansı olduğunu ekleyeyim. Bu yazıyı da böylelikle bitireyim. İyi seyirler...
Twitter: aliercivan
YouTube: Paralel Kurgu