Hesabım
    Meleklerin Payı
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,0
    Ortalama
    Meleklerin Payı

    Ken Loach'tan yine kıvamında bir seyirlik...

    Yazar: Orkan Şancı

    Ken Loach çok az şaşırtır bizi. Sinemasının belli kuralları vardır. Perdede az çok ne ile karşılaşacağınızı bilirsiniz. Bu size güven hissettirir. Ne izleyeceğinizi belki bilirsiniz, ama "nasıl" sorusu önem taşır.

    76'lık delikanlı, Batı'da gayet olumlu karşılanan Meleklerin Payı (The Angel's Share) ile yine bildiği yolda yürüyor. Bazı farklar var tabii. Hayli trajik bir hikaye anlatmasına rağmen bu kez komedi dozunu serbest bırakmış örneğin. Bırakın işçi sınıfını, işçi bile olamayan vasıfsız ve sabıkalı gençlerin içindeki potansiyeli yakından görmemizi istemiş.

    Şu Loach kurallarını bir hatırlayalım: a) genelde amatör oyuncularla çalışır. b) gerçek mekanlar kullanır. c) Kesmelere fazla başvurmaz, belgeselci bir yaklaşımla kamerasını sabit açıda uzun süre kayıtta bırakır. d) Genellikle işçi-alt sınıfın sorunlarıyla ilgilenir. e) Filmlerinin çoğunda bir yol gösterici/bir hayat gurusu vardır, ana karaktere yol gösterir.

    Meleklerin Payı (The Angel's Share)'nı ele aldığımızda; Loach yine hayli sempatik amatör oyuncularla yola çıkmış. Glasgowlu gençlerin aksanına tanıklık etmek bile başlı başına bir keyif. Filmin hemen başında bu gençlerin tuhaf suçlamalarla hakim karşısına çıktığına tanıklık ediyoruz. Öyle ki, onları toplumun bir parçası yerine koymak yerine, "ne yapsak da hapisten çıkmamalarını sağlasak" tadında sistematik bir baskının profili bu. Sonra asıl karakterimiz, Robbie (suratındaki jilet izi ve sevimli kepçe kulaklarıyla Paul Brannigan) ile tanışıyoruz. Boyundan büyük işlere kalkışmış biri Robbie. Zengin bir adamın kızını kendisine aşık etmekle kalmamış, ondan bir de çocuk bekliyor. Boyu ufak ama tam bir şiddet makinasına dönüşebiliyor. Sebepsiz yere bir çocuğu dövebiliyor. (Robbie'nin kurbanıyla sonradan yüzleştiği sahneye dikkat).

    Ken Loach işte bu noktada devreye giriyor. Robbie gibi bir gencin bile içinde bir potansiyel taşıyabileceğine dikkat etmemizi istiyor. Filmde bunu "viskiden anlayan iyi bir burun" olarak ifade edebiliriz. Zaten film, belli bir noktadan sonra gayet keskin bir viraj alarak "viski" konusuna geçiyor. Şaka değil, film içinde "Sideways'vari bir içki kültürü" filmi daha izlemeye başlıyoruz. Ama kamera arkasında Loach var. Kapitalizmin bir tarafında ümitsiz gençler var olma savaşı veriyorken; diğer tarafında zevkine düşkünlüğünden bir fıçı viskiye milyonlarca sterlin harcayacak denli hedonizmin pençesindeki  insanların var olduğunu gösteriyor. Hikaye de burada güzelleşiyor zaten. Belki Glasgow sokaklarında "gençlere artık yer yok (bizzat Loach söylüyor bir röportajında)" ama Edinburgh'ta bir viski müzayedesinde gençler "içlerindeki potansiyeli" sonuna kadar ortaya çıkarıyor ve hayatta kalmak için "kendi paylarını" alıyorlar.

    Hayata Çalım At (Looking for Eric) filminde bizzat Eric Cantona'nın yaptığı kadar olmasa da, bu kez yine gençlere yol gösteren, hayatları tükenmek üzereyken onlara bir şans daha vererek hayata tutunmalarını sağlayan bir "iyilik meleği" var: Sosyal görevli Harrie (her an kalp krizi geçirecekmiş gibi duran bir John Henshaw). Robbie bu vicdanlı adam sayesinde hayata tutunmakla kalmıyor, hayatının rotasını çizme şansını da elde ediyor. Tabii sonunda "meleklerin payını" ayırmayı ihmal etmeden.

    Loach'un her şeye rağmen umut aşılayarak bitirdiği filmde komedi dozunu gereksiz bir çaba olarak görenler de var. Hayatında Mona Lisa veya Albert Einstein'ı duymamış bir karakterin var olabileceği, size yeterince komik gelmiyorsa siz de aynı şeyi düşünebilirsiniz. Ama genel itibarıyla Ken Loach, yine en iyi bildiği konuyu anlatıyor. İşçi bile olamayan kayıp bir neslin portresini...

    101 dakika boyunca hiç sıkmadan, sürpriz gelişmelerle izleyicinin dikkatini sürekli üzerinde tutarak anlatmayı başarıyor. Filmi izlerseniz, mutlaka sizin payınıza da hayata dair bir umut düşecektir.

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top