Beyaz perdede Agatha Christie rüzgarı esmeye devam ediyor...
Yazar: Fatih YürürGeçtiğimiz aylarda, Kenneth Branagh’ın yönetmen koltuğuna oturduğu ve yer yer olumlu eleştiriler koparmayı da başaran Doğu Ekspresinde Cinayet sonrasında; bu hafta bir başka Agatha Christie uyarlaması sinema salonlarımızı ziyaret ediyor. Peki, Christie’nin Hercule Poirot’un popülerliğinden bağımsız olmasına rağmen, en sevilen eserleri arasında yer alan ve günümüz sinema seyircisinin beğeni trendlerini karşılayacak kadar ters köşe barındıran bu bir diğer “katil kim?” oyunu, bekleneni verebiliyor mu dersiniz?
Aslında, Christie’nin tarzına aşina olanlar için, yine bilindik ama kesinlikle heyecan uyandıran bir vaka duruyor karşımızda. 1949 yılında ilk basımı gerçekleşen ve benim de dahil olduğum bir jenerasyonu aşağı yukarı lise sıralarında yakalamayı başaran bu öykü, elbette ki yazarın takipçileri tarafından, çok çok önceden hatmedilmekle birlikte; polisiye – gerilim seven kitle için halihazırda keşif değeri taşıyan saklı bir hazine diyebiliriz.
2015 yılında izlediğimiz Dark Places ile – yine görece olumlu eleştiriler alan ve bu eleştirilerin büyük bir kısmının ivmesinin de Charlize Theron’un performansına göre belirlendiği bir işe imza atması açısından kafalarda ufak tefek soru işaretleri bırakan yönetmen Gilles Paquet-Brenner; önümüze servislenen bu oldukça kalorili Christie mahsulünün girizgahını oldukça hızlı bir biçimde geride bırakarak, yürekleri ferahlatmayı başarıyor. Öykünün tüm klişevarı içeriğini geride bırakarak, polisiye – gerilim alanında istediği gibi at koşturabileceği bir zemin hazırlıyor ve bunu garipsememize rağmen, bizleri öykü ile yeniden barıştırmak için hiç de geç kalmıyor. Şöyle ki;
Büyükbabalarının öldürülmesinin ardından, bu şaibeli olayı aydınlığa kavuşturmak isteyen Leonides ailesi, süperstar dedektif Charles Hayward’dan yardım ister. Gel gelelim Hayward, toplumun yaklaşımlarını iplemeyen, çoğunluğun değer yargılarına uzun zaman önce sırtını çevirmiş ve kendi geçmişinin saklı mirasını da görmezden gelen bir dedektiftir. Şöhret içerisinde yüzden Leonides kanadından gelen yardım çağrısını, duygusal geçmişini de hesaba katarak etik bir sorun olarak değerlendiren Hayward; bu düşmanı bol aileyi de reddetmek zorunda kalır.
Gel gelelim konağın mensubu olan Sophia ile birlikte, Mısır gezisi sırasında yaşadıkları sebebiyle kafası hayli karışık olan Hayward, ailenin debelendiği durumu da hesaba katarak hızlı bir geri dönüş yapar ve yardım talebini –halihazırda çok da inandırıcı bulunamayacak bir ivedilikle kabul eder. İşte filmin “karar alma sürecine” tekabül eden bu kısım; yönetmen Brenner tarafından o kadar hızlı bir biçimde eritilir ki; izleyici olarak entrikanın göbeğine düşmemiz neredeyse ışık hızı ile gerçekleşir.
Brenner, elindeki öyküye öyle ahım şahım bir modern uyarlama kılıfı uydurmak için gereğinden fazla çaba sarf etmek yerine, Christie’nin öykü dokusuna alabildiğine sadık kalır. Bu sebeple daha ilk dakikasından itibaren fazlasıyla “tanıdık” bir polisiye izleyeceğimizin sinyallerinin verilmesi de boşuna değil elbette! Hızlı bir Haviland Malikanesi turu ile hem cinayetin muhtemel sebeplerini hem de evi paylaşan bireyleri izleyiciye tek tek tanıtan Brenner; özellikle Havilant Ailesi’nin sıra dışı tavırlarının üzerini kalın kalın çizer. İzleyiciyi daha ilk dakikadan itibaren, özellikle de Edith Haviland ile yüz yüze getirerek, önümüzdeki dakikalarda yaşanacakları kulağına fısıldar. Gel gelelim Haviland ailesi de, zaten sıradışı ve pervasız olma durumunu çoktan kabullenmiştir. Fakat bu kısa soluklu “katil kim?” sorusu, tıpkı kitabın ilk kısımlarında olduğu gibi, izleyicinin yargı mekanizmasının hızla çalışmasına vesile olur.
Agatha Christie eserlerinin olmazsa olmazı “zehirlenerek öldürülen kurban”, her biri birbirinden baskın “potansiyel katil portreleri”, bireysel takıntıları ile izleyicinin final tercihlerini eşeleyen karakterler ve alabildiğine griye çalan bir atmosfer. Brenner’ın hikaye anlatımı söz konusu olduğunda, günümüzde onlarca varyasyonunu izlediğimiz için hafiften sündürülen polisiye öykülere yeni bir soluk getirme iddiası yok belki ama yaratılan atmosfer açısından kesinlikle en değerli Christie uyarlamaları arasında kendisine yer edinebilecek bir yapıma imza atıyor.
Tabi her ne kadar “sürpriz son” beklentisinin oluşması adına yapımcıların körüklediği reklam kampanyasının beklentimize büyük oranda yön verdiğini düşünsek de, filmin tek ve en önemli silahının bu olduğunu söyleyebilmek pek de doğru sayılmaz. Brenner’in ete kemiğe büründürdüğü bu uyarlamanın en önemli kozları, katmanlarına sindire sindire inmeyi başardığımız karakterler ve tabi tekinsizliği solumamızı sağlayacak kadar başarılı atmosfer yaratımını, kısa aralıklarla olsa da bu paragrafta da yineleme ihtiyacı hissediyorum.
Öyle ki; filmin fragmanından tanıtım bültenlerine kadar her kısımda gözümüze gözümüze sokulan “most twisted tale” iddiasının da beklentisine rağmen, reklam sürecindeki şişkinliklerden ibaret olmadığını da kanıtlıyor. Brenner küçük bir zaman kayması ve birkaç ince dokunuş dışında sadık kaldığı öyküyü sırtlanıp yüklenmeyi başarıyor başarmasına fakat bundan çok daha fazlasını beklemek de risk havuzuna girmek olabilir. Öte yandan, uzun bir süredir perdede gördüğümüz en başarılı “arıza aile” prototiplerinden birini görmek adına da şans tanınması elzem bir örnek duruyor karşımızda…