Hipnotize edemeyen bir yapım...
Yazar: Fırat AtaçYaklaşık çeyrek yüzyıldır kendi dilinde film çekmeyen İsveçli yönetmen Lasse Hallström, bu zaman zarfındaki Hollywood macerasında olabildiğine inişli çıkışlı bir grafik çizdi. What’s Eating Gilbert Grape, Tanrı’nın Eseri Şeytanın Parçası, Çikolata gibi akılda kalıcı filmlerden oluşturduğu filmografisi, son yıllarda vasat altı melodramlarla gücünü üzücü bir şekilde kaybetti. Bu gibi durumlarda memlekete geri dönmek ve kaybedilen saygınlığı kazanma peşine düşmek sıkça rastladığımız bir durum. Hallström’ün çıkışı Lars Kepler’in çok satan romanı The Hypnotist’te araması, çoğu kalburüstü filminin roman uyarlaması olmasıyla açıklanabilir. Ancak bazı kitaplar vardır ki kendisini uyarlayan yönetmenlere çok acı verici deneyimler yaşatabilirler.
Hikayeyi uzun ve bol virgüllü bir cümleyle özetlemek gerekirse; İsveç banliyölerinde katledilen bir aile, kurtulan ancak aldığı darbelerden dolayı konuşamayan bir çocuk, olayı araştıran dedektif ve çocukla iletişime geçebilmek için yardımına başvurulan geçmişi şaibeli bir hipnozcunun darmadağın halleri dememiz yeterli olacaktır. Hipnozcunun eşini oynayan, aynı zamanda Lasse Hallström’ün hayat arkadaşı olan eski femme fatale kadınlarından Lena Olin’in (Romeo is Bleeding’deki Mona Demarkov karakteri unutulmaz), film boyunca neden olduğunu anlayamadığımız histerik halleri de bu hallenmelere güç katıyor.
Polisin araştırması ve hipnozcunun evindeki özel hayat problemlerini ele alan iki farklı yapı kuran Hallström, gerilim ile katmerli bir dramı birbirine tutundurma derdinde. Bunu yaparken işin dram tarafının dozajını biraz daha fazla kaçırınca, yalnız kurt edalarında takılan dedektifimiz hakkında en ufak bir ayrıntı görememeye başlıyoruz. Adı Hipnozcu olan bir filmin hikayesinin çözülme sürecinde hipnozcudan daha çok emeği olan dedektifin ezbere bir yaratımdan ibaret olması önemli bir handikap.
Karakterler arası balansın tutturulamaması, eş kontenjanı Lena Olin’e gerekenden fazla sahne verilmesiyle sonuçlanmış. Kendisine karşı önyargım ancak olumlu anlamda okunabilecek bu kadını, izleyicilerden bu kadar uzaklaştırabilmek ancak kıskanç bir kocanın yapabileceği bir iş olsa gerek.
Görsel açıdan klasik İsveç gerilimi standartlarını tutturan The Hypnotist’in final anları o ana kadar yaratılmış bütün atmosferi bir kenara atarak bambaşka bir alana direksiyon kıvırıyor, basit bir aksiyon/gerilime evrilerek bizi hayal kırıklığı ile baş başa bırakıyor. Her anında problemlerle boğuşan filmin maalesef çok da tavsiye edilecek tarafı yok. Belki de tek olumlu yönü ağırbaşlılığı...
firat_atac@hotmail.com / twitter: firatatac