İtalyan oryantalizmi ile kuşanmış orta yaş romantizmi...
Yazar: Ayşegül KesirliDanimarkalı yönetmen Susanne Bier imzalı “Sadece Aşk” hikayesinde barındırdığı hüzünlü temalara rağmen insana kendini iyi hissettiren dramatik bir romantik komedi. Hollywood yapımı hemcinslerinin alışıldık formülünü takip etmek yerine, gidişatını Avrupalı dokunuşlarla donatan film, kimi kusurları göz ardı edildiğinde izlemesi insana keyif veren bir yapım.
Kemoterapi tedavisi yeni tamamlanan Ida’nın hikayesini anlatan film, dokunaklı bir açılışa sahip. Gelecek birkaç hafta içinde hastalığın vücudunu tamamen terk edip etmediğini öğrenecek olan Ida, kızının İtalya’daki düğününe katılmak için gün sayarken kocasının muhasebe departmanından genç bir kızla ilişkisi olduğunu öğreniyor. Danimarka’daki bu darmadağınık hayatı geride bırakıp, İtalya’ya adım attığında ise Ida’nın her şeyden önce kendisi hakkındaki duygularını adım adım değiştirecek olaylar dizisi de başlamış oluyor.
Dean Martin’in “That’s Amore” şarkısı eşliğinde girdiğimiz İtalya’dan türlü manzaralar sunan film, bir anlamda batının kendi kendisini nasıl oryantalize ettiğinin de örneklerini sunuyor. Ida’nın kızı Astrid ve müstakbel damadı Patrick’i, Patrick’in babası Philip’e ait eski bir evde düğün hazırlıkları yaparken görmemizle aklımıza oryantal bir İtalya rüyası yaratan başka bir filmin, Diane Lane’in başrolünde yer aldığı Under the Tuscan Sun (2003)’ın gelmesi de bir oluyor. Filmin gidişatı süresince bizleri takip eden ve neredeyse hikayede bir karaktere dönüşen Danimarkalı besteci Johan Söderqvist’in elinden çıkma müziği ise aynı anda birden fazla filme referans veren bir tanıdıklık yaratıyor.
“Sadece Aşk”ın nedeyse ilk beş dakikası içinde gözlerimizin önüne daha önce izlediğimiz benzer türde filmlerin gelmesi tabii ki de tesadüf değil. Bir tür filminin olmazsa olmaz özelliklerinden birinin kendi hikayesinin ancak ve ancak başka filmlerin hikayeleri ile doğrudan bağlantı kurarak anlamlandırılması olduğunu söyleyebiliriz. Sadece Aşk da bu özelliği çok iyi kullanan ve bu yolla kendisini hem tematik hem de sınıfsal bir seviyeye taşıyan bir film. Dolayısıyla, Susanne Bier’in yeni çalışmasının Avrupalı olmasının sebebi sadece Danimarka yapımı bir film olmasından değil, verdiği sinemasal referanslar aracılığıyla Avrupalı, hatta genellikle Cahil Periler (Le fate ignoranti) (2001), Son Öpücük (L' Ultimo bacio) (2001) ya da Karşı Pencere (La finestra di fronte) (2003) gibi İtalyan asıllı, romantik komedi/dramlarla ilişkilendirilmesinden kaynaklanıyor.
Susanne Bier’in kurduğu bu türlü bağlantılar sayesinde hiçbirini fazla derinleştirmeden çok karakterli bir öyküler bütünü yaratmayı başardığını söylemek mümkün. Sadece tek bir an, bir bakış ya da kısacık bir sahne ile karakterleri hakkında kocaman birer geçmiş yaratabilen “Sadece Aşk,” gidişatının birçok aşamasında bunu bir avantaja dönüştürse de zaman zaman bu özelliğine fazla güvenip, kendi kendini tuzağa düşürmekte.
Filmin başka filmler üzerinden kurduğu ‘tanıdıklık’ bağı, yan öykülerin başarıyla kotarılmasına yardımcı oluyor olmasına. Fakat bu bağ, Ida ve Philip arasında yaşanan esas hikayenin gidişata yayılması ve izleyici tarafından sindirilmesi için ne yazık ki biraz zayıf kalıyor. “Sadece Aşk,” kocası tarafından aldatılan Ida ile karısını erken yaşta kaybetmiş Philip’in birbirlerine nasıl yakınlaştıklarını anlatırken ortaya gerçekten de izleyenlerin yüreğine dokunan birkaç sahne çıkarıyor. (Bu bağlamda Philip’in Ida’yı tehlikeli bir bölgede denize girerken gördüğü sahne ile ikilinin bir grup genç insan arasında dans ettikleri sahneye özellikle dikkat.) Diğer yandan film, bu iki yalnız insan arasındaki bağın hangi arada derede böylesine güçlendiği fikrini ve duygusunu vurgulamakta ne yazık ki yetersiz kalıyor. Benim kişisel olarak “Matador (The Matador)” (2004) filminde özellikle hayran kaldığım Pierce Brosnan’ın esaslı oyunculuğu bile Ida ve Philip arasındaki romantik bağı kuvvetlendirmeye yetecek güçte değil.
Bütün bu nedenlerden ötürü Sadece Aşk'ın, hiçbir noktada tıkanmayan kusursuz bir gidişata sahip olduğunu söylemek zor. Ancak eğer Ida ve Philip arasındaki kimyasal çekimin yetersizliğine fazla kafa yormazsanız Susanna Bier’in bu yeni çalışması sizin için oldukça keyifli bir sinema deneyimine de dönüşebilir. Tercih sizin.