ELİAH WOOD PSİKOPAT ROLÜNDE HARİKALAR YARATIYOR
Sinema vefakâr. Öyle evvel ve kalbur zaman içerisinde ‘orada’ olan manyaklar, halen oradalar. Bir şekilde sapkın mesajlarını ve kişiliklerini bize geçirmek amacıyla ya ‘ders alan ve bunu dışavuran’ ya da ‘ders vererek yine dışa vuran’ –kısacası her halükarda bir şeyleri dışa vuran- tavırlarıyla sahnede arzı endam ediyorlar. Bazen acı verirken kurbanlarından daha çok acı çekiyor; bazense sadece bundan büyük bir zevk aldıkları için, sadist bir güdülenmeyle harekete geçiyorlar. Mevzubahis psikopatımız bahsettiğimiz türlerin ilkini temsil ediyor. Acı çektiriyor, buna engel alamıyor; sadece acı çektirerek hayatına devam edebiliyor. ‘Manyak’ işte, ne yaparsınız.
Frank’in ailevi kimi problemleri söz konusu… Tabii kendisi çoktandır sorunlarının derinliğinde yitip gitmiş ve sıkıntılı bir kimlik üstlenmiş. Saçlara obsesif bir şekilde keserek ve biçerek hayatını ve psikopatlıklarını idame ettiren Frank, kendisine ilgi gösteren bir kadınla yakın temasa geçiyor. Frank’e ve bu ilişkiye dışarıdan bakıldığında ortada bir sorun yok gibi… Ancak Frank’in psikopatlığı derinlerde yatıyor ve basit etkiyenlerle harekete geçiyor. Franck Khalfoun’un filmi de tam olarak birkaç etkiyeni olan bir reaksiyonun tepkime süresini ‘tempolu’ bir biçimde ele alıyor.
Maniac’ın derdi tipik bir seri katil filmine dönüşmekten biraz farklı… Bu farkı hissedebilmek içinse özel bir sinemasal algıya, başka bir göze gerek yok. Point of View (Karakterin Gözünden) anlatımı neredeyse Gaspar Noe’nin Enter the Void’deki yetkinliğine yakın bir beceriyle kullanan Khalfoun, seyircisini karakterin içerisine hapsediyor. Mevzu bu, lezzet de buradan sağılıyor. Zira bir takıntılı bir psikopatın icraatlarına ihtiyari ancak rahatsız edici bir biçimde mahkûm edilmek ilk elden gerilimi sağlıyor. Oldukça stilize bir açılış sahnesinin ardından, en azından bir doksan dakika boyunca bu sapığın içerisinden çıkamayacağımızı çaresizce anlıyoruz. Böylece Khalfoun ilk ve en önemli hedefine ulaşıyor: Şaşırt ve rahatsız et!
Tabanını güzelce çizen film, akıllı başlangıcı sayesinde öyküsel anlamdaki tembelliğinin üstünü kolayca örtüyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, Maniac bir öykü yerine bir süreci anlatmaya koyuluyor. Yönetmenin stilize ve heyecanlı anlatımı da oluşan boşlukları doldurmak adına etkili bir metot haline geliyor. Hiçbir şey anlatmıyor olmanın sıkıntısı, filmin görsel dünyasının dahilinde önemsiz bir ayrıntıdan hallice oluyor. Khalfoun, filmin gediklerine takılacak olan seyirciyi görsel inadıyla oyalayarak kayda değer bir başarı elde ediyor.
Karakterine görüntüsünden ziyade sesiyle ve aurasıyla can veren Eliah Wood’un Hobbit geçmişinin derinliklerinde bir tür psikopatlık ve huzur kaçırma potansiyeli taşıdığını önceden fark etmediğimizi söyleyemeyiz. Ancak Wood’un Frank karakterini, yükü kamera kullanımıyla bölüşerek, sırtında başarıyla taşıdığını da belirtmek gerekiyor. Kendine düşen rolü bir kamerayla paylaşmak konusunda da tevazulu davranan Wood, aksiyon veya romantik-komedi filmlerinde oynamaya pek elverişli olmayan bedenine uygun bir köşe bulmuş gibi görünüyor.
Güçlerini Alexandre Aja’nın projedeki varlığıyla ile birleştiren Franck Khalfoun, oldukça riskli ve teklifsiz bir projeyle özellikle türün ve psikopatların meraklılarını cezbediyor. Maniac, elindeki çok az malzemeye rağmen(bir uyarlama olmasının da tesiriyle) akılda kalan, kimi anlarında tiksindirici ve takdire şayan bir örnek haline geliyor; minimalist bir psikopat filminin sunabileceği çoğu ayıbı tek seferde izleyenine bahşedebiliyor. Bir film için “herkese göre değil, bana göre olsun” diyenlere sesleniyor.