Yazı kalır...
Yazar: Duygu KocabaylıoğluDaha evvel ağırlıklı olarak televizyon işleriyle tanınan Brian Klugman ve ilk uzun metrajlı işine imza atan Lee Sternthal'ın ortak projesi olan Çalıntı Hayat (The Words) filmi, ülkesi ABD'den 3 ay sonra bizde de vizyona giriyor. Başrolde Felekten Bir Gece (The Hangover) üçlemesinin en aklı başında adamı Phil olarak kendisini daha geniş kitlelere sevdiren Bradley Cooper'ı seyrettiğimiz film, son on yılda Tersyüz (Adaptation), Saatler (The Hours), Hayalimdeki Aşk (Ruby Sparks) gibi yapımlarla daha sık karşımıza çıkmaya başlayan "yazarlık müessesi"ni merkezine alıyor.
Film, gönül verdiği yazarlık mesleğinde hayal kırıklığına uğrayan Rory'nin, biraz da tesadüfen, altına kendi imzasını attığı başka bir yazarın öyküsü ve kelimeleriyle büyük çıkış yakalamasını ve başkasının eserini çalarak parlak bir yazar oluşunu konu alıyor. İyi bir yazar nasıl olunur, yazarlık çok çalışarak ve kendini vakfederek edinilebilinen bir meslek midir yoksa içten gelen, önlenemez bir dürtünün kelimelere, cümlelere dönüşmüş hali midir? Film bu soruları ana öykü çerçevesinde, ama psikolojik derinliğine çok da girmeden, bir "fikir-eser hırsızlığı"nın yarattığı pişmanlık ekseninde soruyor.
Çalıştığı "düzenli" işleri, hayatını birleştirdiği bir eşi olmasına rağmen, herşeyi bir kenara koyarak kendisini mesaili olarak yazma işine veren Rory, yazarlık sevdası gelip geçici olmayan bir adam. Yazarlığı fazlasıyla ciddiye aldığı, maddi problemler karşısında babasına karşı yüzünü düşürmesinden belli. Fakat gelin görün ki 3 yıl kendini vererek üzerinde çalıştığı romanı, "bu bir sanat eseri" övgüsünü alsa da, günümüz şartlarında basılmaya yeri olmayan bir yazın olarak nitelendiriliyor. Ne yazarın adı sanı belli, ne de romanın arkasında sansasyonel bir hikaye var...
Zira Rory ilk kitabını meslek edinmiş biçimde oturup yazıyor. Gündüzleri gezerek, geceleri yazarak yaşıyor; çünkü öyle olması gerektiğini sanıyor. Oysa "kelimelerin nereden nasıl geldiğini bilmiyordum" hissiyatıyla yazılan romanlar, gece gündüz uyumadan, yemeden içmeden kesilerek kaleme alınmıştı çoğu zaman. Tıpkı, filmde büyük patlamayı yapan ama adını hiç öğrenemediğimiz yaşlı adamın daktilo ettiği eser gibi... Bazen 2 haftada yazılan metin, 3 yıllık bir ‘emek ürününden' daha çarpıcıdır; yürekten geldiği için de 50-60 sene sonra ortaya çıkmış olması değerinden hiçbir şey kaybettirmez. Filmin senaryosu bunu direkt dile getirmeden ama seyirciye bariz biçimde hissettirdiği için bence başarılı kabul edilebilir. Öykünün Rory ve romanını/hayatını çaldığı yaşlı adamdan başka bir anlatıcısı, çerçeve bir hikayesi daha var; fakat kurgunun sürprizini bozmamak adına onun keşfini seyirciye bırakmayı yeğlerim.
Kotarılması zor, birden çok katmanlı bu senaryoyu ayakta tutan oyunculuklara gelirsek; umut, hayal kırıklığı, büyük başarı ve ardından başa çıkılamayan pişmanlık gibi hemen hemen tüm zorlu duygular başrol Bradley Cooper'da toplanmış. Cooper öykünün genelinde derli toplu bir oyunculuk ortaya koyuyor ama puan kaybettiği nokta kitabın esas sahibiyle karşılaşmasından sonra yaşadığı karmaşayı daha derin vermemesi... Bu noktada senaryonun psikolojik gerilim eksikliği var şüphesiz. Rory öyle bir durumla karşı karşıya kalıyor ki ne bir seferlik ağır sarhoşluğu, ne de kitaptan isimini sildirme niyeti yeterli çabalar değil. Yaşlı adamın karşısında basbayağı eziliyor; ama bunu seyirciye geçirmekte pasif kalıyor.
Bu noktadan baktığımızda filmin en sağlam performansı şüphesiz ki Jeremy Irons'tan geliyor. The Window Tears adlı kitabının esas sahibi olan "isimsiz yazarı" canlandıran Irons, yaşlı adam-genç yazar karşılaşmasında maddiyata dayalı hiçbir şey istemeden de can acıtıcı ve yıkıcı olunabileceğini ispatlıyor. "Ben, bana o satırları yazma ilhamı veren kadının peşinden değil, kelimelerimin peşinden gittim" repliği ise tüm filmin vermek istediği mesaja yeter de artar herhalde. Diğer taraftan, yan rollerde Zoe Saldana'yı biraz yapay ve oturmamış bulduğumu eklemem gerek. Filmin biraz uzayan finaline doğru, bir sürpriz performans ise Dennis Quaid'dan geliyor; dış anlatıcı olarak rolü sınırlı görünse de eski kurt Jeremy Irons ile genç Cooper'a iyi omuz verdiği ortada.
Uzun lafın kısası, işi gücü kelimelerle olan, yazarlığa az çok bulaşmış her sinefile Çalıntı Hayat'ı tavsiye ederim. Temposu düşük ilerlese ve finale doğru heyecanı biraz sönse de, sıkmayan kurgusuyla ilgiyi hak ediyor. Neden söz uçar, yazı kalır demiş Latin atalarımız, bir kez daha ispatlar gibi...