Don Delillo'nun "Beyaz Gürültü" romanının ikinci bölümünde baş karakter Jack Gladney, yaşadığı bölgedeki tüm hayatları tehdit eden simsiyah zehirli bir bulut nedeniyle ölümle burun buruna gelir. Zehirli bulut uzaklardan bir yerlerden Jack'in aile evine yaklaşırken Jack, evinin bahçesinde durup yaklaşan tehlikeyi seyreder; felaket kapıdadır ve bölgeyi tahliye etmekten başka yapacak bir şey yoktur. Yaşananlar Jack'in ölüm korkusunu tetikleyen ürkütücü birer unsur sayılabileceği gibi küresel kapitalizmin doğurduğu ikircikli ve tehditkar sosyal düzenin temsili olarak da yorumlanabilir. Delillo'nun imza attığı bu tekinsiz atmosferin 1978 doğumlu Amerikalı yönetmen Jeff Nichols'ın ikinci uzun metraj filmi "Sığınak (Take Shelter)"ın aurasıyla birebir örtüştüğünü söyleyebiliriz.
Delillo'nun romanı ve "Sığınak" arasında kurulabilecek bu bağın sebebi, her iki çalışmanın da benzer dertlere sahip olmasından kaynaklanıyor aslında. Nichols'ın filmi, yapı işçisi Curtis LaForche'ın karısı Samantha ve işitme engelli kızları Hannah ile yaşadığı aile hayatını gözler önüne sererek açılıyor. Hannah'nın sağlık ve eğitim masrafları sebebiyle çektikleri ekonomik sıkıntılara rağmen Curtis ve Samantha'nın, arkadaşları Dewart'ın da vurguladığı gibi, huzurlu bir hayata ve sahici bir sevgiye sahip oldukları gözleniyor. Bu huzurlu ortam Curtis'in yaklaşan bir kasırgaya ilişkin kabuslar görmeye başlaması ile çatırdıyor. Kabusların mistik birer kıyamet alameti mi yoksa Curtis'in kişisel paranoyalarından beslenen hayal mahsulü birer sanrı mı olduğu meselesi ise filmin son anına kadar gizemini koruyor. Curtis'i, maddi ve manevi her türlü riski sırtlamak pahasına bir kasırga sığınağı inşa etmeye zorlayan bütün bu süreç, günümüz toplumunda aile ve dostluk kurumları ile gündelik gerçekliğin nasıl kurgulandığına ilişkin de önemli sözler söylüyor.
"Sığınak," her şeyden önce toplumun baba figürüne biçtiği rolü tartışan bir film. Yönetmen Jeff Nichols, Curtis'in ailesini koruma içgüdüsünden beslenen paranoyalar aracılığıyla baba olmanın birey üzerinde yarattığı toplumsal baskıyı başarıyla eleştiriyor. Bununla birlikte, Curtis'in gördüğü kabuslar, halüsinasyonlar ve içinde bulunduğu stres yüklü ortam üzerinden yürüyen bu eleştiride, babalık makamına bahşedilen koruyucu pozisyonunun, sadece fiziksel güç değil ruhsal bir olgunluk gerektirdiğinin de altı çiziliyor. Bu olgunluk sürecinin bir ön koşulunun da çocukluğa geri dönüp, bastırılmış korkularla yüzleşmeyi gerektirdiğini vurgulayan film, başkarakterini derinleştirdikçe derinleştiriyor. Böylelikle, "Sığınak" bir noktadan sonra Curtis'i hem iktidarını kaybetme/yeniden kazanma arasında gidip gelen bir baba figürü hem de hayata karşı olgunluk sınavını vermesi gereken bir çocuk birey olarak fırtınanın tam da göbeğine yerleştiriyor.
"Sığınak"ın en çarpıcı yanı, bahsettiğimiz bütün bu çatışmaları muazzam bir görsellikle donatarak her şeyden bağımsız bir film dünyası kurması ve seyredenler için hikayenin her anını daha da anlamlı ve yoğun kılması. Filmin gidişatın ruh haline göre şekillenen renkleri, kendine has ritmi ve yarattığı dünyaya boyut katan ses kullanımı tam anlamıyla büyüleyici. "Sığınak"ta karakterlerin hissettikleri her duygunun görsel düzlemde bir karşılık bulduğunu söylememiz mümkün. Filmin hem öykü hem de anlatı düzeyinde birbirlerini eş zamanlı olarak etkileyen ve dönüştüren sayısız katmana bölünmesini sağlayan bu durum, hikayenin izleyiciye özel bir biçimde yorumlanmasını ve anlam bakımından kat kat zenginleşmesini de sağlamakta.
Michael Shannon'ın olağanüstü performansıyla gücünü arttıran "Sığınak," ne alışıldık bir psikolojik gerilim ne de sıradan bir kıyamet filmi. "Sığınak"ın film dünyası, sınır kavramını alt üst eden ve Curtis LaForche'ın bilinçdışının gittiği yere kadar uzanan dipsiz bir kuyu aslında; o kuyunun içinden ne çıkacağının cevabı sizin korkularınızın, paranoyalarınızın ya da zaaflarınızın neler olduğuyla ilgili belki de, tıpkı gerçekliğin ya da hayatın kişiye özel kurgulanması gibi.