Kurban ve cellatın karşılıklı esareti...
Yazar: Murat ÖzerBu yılın Berlin Film Festivali'nde dikkat çeken yapımlar arasında kendine yer bulan Esaret (A moi seule), "Gerçek olaylarla ve kişilerle hiçbir ilgisi yoktur" uyarısıyla başlayıp kafamıza bir soru işareti yerleştiriyor önce. Zira filmde anlatılanların gerçekliğe tutunma ihtimali oldukça yüksek ve birçok ‘gerçeklerden uyarlanmış' yapımdan daha ‘gerçek' duruyor.
Frédéric Videau'nun ikinci uzun metrajlı kurmacası olan film, çocuk yaşta kaçırılıp bir evin bodrumuna hapsedilen Gaëlle'in, ‘kurtulduktan' sonraki hayatıyla ‘esaret' günlerini aynı potada eriterek anlatıyor. Onu kaçıran adamın, yani Vincent'ın ‘cinsel sapkınlık' içeren bir motivasyonla bu işi yapmadığını, yalnızlığını törpüleyecek bir hamle olarak bunu planladığını öğreniyoruz. Belki, Gaëlle'in büyümesiyle birlikte, bu esaretin ‘gönüllü' hale geleceğini, hatta bunun sevgiyle sonuçlanacağını düşünüyor Vincent. Öte yandan, Gaëlle'in böylesi bir beklentiyi karşılayacak sevgisi yok Vincent'a karşı. Durumunu kabullenmiş bir şekilde sürdürüyor o evdeki hayatını, çocukluktan gençliğe geçişinin tamamını dört duvar arasında yaşamak zorunda kalıyor. Bu da onun ‘standart' reflekslere sahip olmasının önüne geçiyor, başka bir boyut kazandırıyor karakterine.
Kurtulup annesine kavuştuğundaysa işler daha da karışık bir hale geliyor. Kaçırılmasının bir süre sonra ayrılan anne-babasıyla ‘doğru' bir ilişki kurmayı başaramıyor Gaëlle. Onları sevmesine seviyor ama ruhunun yıpranmışlığı ya da ‘başka biri' olarak yetişmiş olmasının getirdiği yabancılaşmadan fazlasıyla nasipleniyor. Psikolojik destek alması da sorunların çözümüne bir katkı sağlamıyor, giderek ‘ev' kavramının onda yarattığı kafa karışıklığına mahkûm oluyor. ‘Eve dönüş', Gaëlle için bir anlam ifade etmemeye başlıyor. Döneceği bir evi olmadığını düşünüyor genç kız...
Birbirinden bağımsız biçimde anlattığımız Gaëlle'in iki dönemi, filmde geri dönüşlerle beyazperdeye yansıtılıyor. Bir dönemdeki tepkilerinin diğer döneme ne şekilde sirayet ettiğini görebiliyoruz böylece. Bu noktada, filmini iyi toparlıyor yönetmen Frédéric Videau. Gaëlle'in ‘içerdeyken' iyice soğumuş ruhunun yansımaları, karakterin ‘sessiz çığlık'ını da duyulur kılıyor. İçe kapanan, dış dünya ile bağını iyice sınırlandıran Gaëlle, çocuklukta kaldığı yerden başlamaya kalktığında da bunun olamayacağını görüyor. Hapiste uzun yıllar kalmış bir mahkûmun yabancılaşmasına benzer bir şekilde yalıtıyor kendini çevresinden, iletişime açmıyor dünyasını. Deyim yerindeyse ‘kilitliyor' ruhunu.
"Esaret", minimal dokunuşlara sahip atmosferini finale kadar tutarlı bir biçimde koruyabilen, Gaëlle'in ‘seçim' konusunda geç kalmışlığını yetkince vurgulayan, genç kızın ‘var olan'a karşı duyarsızlığını tespit eden, kurban ve cellat klişesini tersten okumamıza imkan tanıyan bir film. Gaëlle için ‘anahtar'ı ortaya koymayı da unutmayan yapım, finalde söyledikleriyle etkiyi sınırlara taşımayı da başarıyor.
Buzhaneden çıkmış haliyle Gaëlle rolü için mükemmel bir seçim olan Agathe Bonitzer ve cellat Vincent rolünde etkileyici bir performansa ulaşan Reda Kateb, "Esaret"i baştan sona sırtlayıp götüren unsurların başında geliyorlar. İki oyuncu, karakterlerinin onlara tanıdığı alanı iyi değerlendirip hikâyeye boyut atlattırırken, bir yandan da tersten okunması bile mümkün görünmeyen bir aşk hikâyesine malzeme oluyorlar. Kilitlenen duyguların bir şekilde açığa çıkması için çabalıyorlar.
Bu filme dair kötü değilse de ‘eksik' denebilecek şey, Vincent'ın Gaëlle'i kaçırma motivasyonunun altının yeterince çizilmemiş olması. Bu eksiklik de bir noktadan sonra anlamını yitiriyor ve bizler için bir kayıpmış gibi durmuyor. Sonrasında izlediklerimiz, hikâyenin yaşamsallığını omuzlarımıza yüklüyor ve Vincent'ın nedenlerinden ziyade Gaëlle'in 'nasıl'larına fokuslanmamızı sağlıyor. Gerisiyse çorap söküğü gibi geliyor, başta dile getirdiğimiz ‘gerçeklik' çalıyor kapımızı...