Hesabım
    Suna
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    2,5
    Geçer
    Suna

    Yönetmen Hataları...

    Yazar: Ali Ercivan

    Engin Ayça'nın 16 yıl sonra ilk filmi olan Suna, bir Edremit kasabasında geçiyor. Türkan Şoray tarafından canlandırılan Suna karakteri, üniversite dönemindeki arkadaşlarından biriyle evlenip kocasıyla birlikte bu sahil kasabasına yerleşmiş bir eczacı. Günün birinde, üniversite yıllarından bir başka yakın arkadaşı Sevgi buluyor onu yeniden. Sonra da yine aynı dönemden Selim katılıyor onlara ve 12 Mart dönemini birlikte yaşamış bu dört arkadaş yıllar sonra hayatlarını sorguluyorlar bir bakıma.

    Filmin dramatik yapısını taşıyan iki unsur, Suna'nın yaşamından mutlu olmayışı, kendini o kasabada hapis hissetmesi ve Selim ile geçmişleri. Suna, yaşamının böyle şekillenmesinden mutlu değil. İçinde yaşadığı kasaba onu boğuyormuş gibi hissediyor. Ancak bunlar hep biraz lafta kalıyor. Çünkü biz Suna'yı çevresine yabancı, onlardan farklı biri olarak görmüyoruz. Genel olarak donuk oyunculukların ve mizansenlerin de etkisiyle, evet, gerçekten boğucu bir çevre bu. Ama Suna'nın da onlardan bir farkı olduğunu gösterir hiçbir şey yok. Ne senaryo onun ayrıklığını çiziyor, ne de Türkan Şoray'ın oyunu bunu çıkartabiliyor.

    Senaryonun problemi, hiç yaşamayan diyaloglarıyla başlıyor ve hiç görsellik içermeyen, sadece diyaloga dayanan yapısıyla devam ediyor. Karikatür bir tipleme olacak kadar sığ çizilen Suna'nın yeğeni her nasılsa siyasi sebeplerle tutuklanan bir gençle arkadaş oluyor mesela (öyle bir karakter için inandırıcı bir arkadaşlık değil doğrusu). Bu genç hapiste kötü muamele görüyor. Ama tıpkı Suna ve arkadaşlarının geçmişlerine dair öğrendiklerimiz gibi, böyle görsel malzeme sağlayabilecek bir yan öyküyü de sadece dinlemekle yetiniyoruz. Ve gerçekten hiç doğal olmayan, başarısız diyaloglarla.

    Engin Ayça'nın yönetmenliği de senaristliğinin zaaflarını kapatmayı başaracak gibi değil. En temel zaafı, aslında sadece yazdığı lafları kameraya kaydetmekten ötesini yapmıyor oluşu. Mizansen yok, diyaloglar ete kemiğe bürünmüyor, yapay oyunculuklarla dile getirilip kameraya kaydediliyorlar sadece. Yönetmen Engin Ayça, neredeyse hiç plan bölmüyor sahneleri içinde. Ama tüm filminizi plan-sekanslarla çekmek, çok özel bir estetik tercihtir ve kolay iş değildir. Ona göre mizansenler kurabilmeniz gerekir. Ancak Engin Ayça, durdukları yerde konuşan insan kafaları çekmekten fazlasını gerçekleştiremiyor. Zaman zaman mizansensizlik öyle bir hal alıyor ki, oyuncular birbirlerini kapatıyorlar veya bize sırtlarını dönüyorlar. Ve böyle zamanlarda sadece mizansenin zayıflığı değil, yüzünü görmediğimiz ama uzun uzun konuşabilen oyunculara plan kesilmeyişi de sabrı zorluyor. Bütün bunlar da karşımızdaki işe bir sinema eseri demeyi bile güçleştiriyor.

    Oyunculukların genel olarak bir yapaylığı ve donukluğu var. Hele Erol Mütercimler'in aslında oyuncu olmadığını unutmanız mümkün değil filmi izlerken. İyi kötü çabalayan yan kadro arasında iyice sırıtıyor çünkü performansı. Ama esas önemli olan, filmin taşıyıcısı Türkan Şoray'ın oyunu.

    Şoray, Yeşilçam döneminin usta zanaatkar yönetmenleri için iyi bir malzemeydi. Kiminin öğrencisi olma şerefine eriştiğim bu insanlar, oyuncuya temelde plastik bir malzeme gözüyle bakarlardı. O plastik malzemeyi nasıl kullanacaklarını da iyi bilirlerdi. O dönemin kimi yıldız isimleri bu yüzden şimdilerde çok başarılı olamıyorlar. Çünkü onlar aslında aktör değillerdi; başarıları fiziksel özelliklerine, tiplerine ve büyük ölçüde yönetmenlerine bağlıydı.

    Maalesef aynı şey Türkan Şoray için de geçerli. Sinemamızın Sultan'ı, günümüzün sinema alışkanlıklarına müsait bir oyuncu değil. Hele ki Engin Ayça gibi bir yönetmen, onun potansiyelini doğru değerlendiremeyip böyle uzun tek planlarla kullanmaya çalışınca iyice başarısız oluyor. Sessiz çekilip sonra dublaja girmiş olan bu filmde, Türkan Şoray sürekli replik beklediğini hissettiriyor, karakterine ihtiyacı olan kıvılcımı katamıyor, eksik kalıyor.

    Ancak kabahati yine de yönetmende aramak lazım. Çünkü elindeki malzemeden nasıl en iyi sonucu alacağını bilmek yönetmenin işidir. Fakat Suna filminde yönetmenin tek yaptığı, yazdığı senaryoyu (ve baştan iyi bir senaryo değil bu sonuçta) en zahmetsiz şekilde kameraya kaydetmek. Ortaya çıkan da hiç sinema duygusu taşımayan, ele aldığı politik malzemeye dair de bilgi vermenin ötesinde bir söz ya da fikir üretmeyen, başarısız bir film oluyor bu koşullarda.

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top