Bir Memleket Gibidir Fabrika
Yazar: Eylem Kaftan'Bir memleket gibidir fabrika' diyebilir miyiz? Birbirinden farklı makinaların çarkları döndüğü ve topluma yararlı bir şeyler üretebildiği sürece bir anlamı vardır fabrikanın. Üretimle birlikte talep de arttıkça, makinalar çoğalır, bir parçanın bir diğeri olmaksızın işleyemeyeceği bir bütün olarak çalışır durur. Ne zaman ki talep azalmaya başlar, üretim de durur, çalışanlar gider, fabrika eskimeye yüz tutar, heybeti kadar düşüşü de büyük olur fabrikanın.
Fikret Bey hayatını adadığı değerlerin simgesi olan bir dönemin bitimine tanık olan yaşlı bir işadamının, bir zamanlar büyük düşlerini gerçekleştirdiği kazan fabrikasında geçirdiği bir günü anlatıyor. Kısıtlı imkanlarla çekilmiş ve bir ilk filmin teknik aksaklıklarını barındırmasına rağmen yarattığı atmosfer ve konsantre olduğu bakış açısı açısından bir tutarlılık yakalayabilmiş Fikret Bey. Yönetmen Selma Köksal filmin büyük bir çoğunluğunun geçtiği kazan fabrikasının atmosferini Fikret Bey'in ruh dünyasını yansıtan bir eğretileme (sembol) olarak iyi değerlendirmiş. Aynı zamanda bir ülkenin gidişatı da sembolize edilince, mekan üzerinden çok katmanlı bir sinema anlatımı yakalamış Köksal.
Geniş puslu pencereler, paslanmış pervazlar, çürümüş ağır eski makinalar, kablolar, filmin kahve/gri tonlarındaki dekoru, fabrikaya başlı başına bir karakter veriyor. Fikret Bey'in bekçisi ile kurduğu ilişki ve oyunculuklar üzerinden, büyük olay ve çatışmalar olmadan, az mekanla da izleyiciye sinemasal bir tad sağlanabilmiş.
Filmin naif, kırılgan, melankolik havasını, ailesine gitmek isteyen ama Fikret Bey'in bir türlü izin vermediği bekçisi Mehmet karakterinin mizahi yönü kırıyor. Fikret Bey'in tam zıttı olan bu karakter çok sağlam çizilmiş ve Fuat Onan tarafından başarılı bir şekilde oynanmış. Konusu itibari ile epey kasvetli olabilecek film de Fikret Bey'in ve bekçisinin can yoldaşlığının incelikli ve mizahi işlenişinişinden ötürü kasvetten kurtulmuş. Köksal'ın duyarlılığı da zaten en çok da bu ikili arasındaki ilişkinin işlenmesindeki gösteriyor kendini.
Diğer taraftan, filmin uzun diyalogları, zaman zaman izleyiciye açıklama yapıldığı hissini yaratan gereksiz repliklerle dolu ve bu bir süre sonra kendini tekrar etmeye başlıyor. Filme genel olarak hakim olan ve çoğunlukla sinema için sorunlu olabilecek teatrellik bu filmde olumlu ve olumsuz yönleriyle ön plana çıkmış. Köksal'ın tiyatrocu kimliğinin oyuncu yönetiminde, özellikle Fikret Bey ve bekçisi arasındaki ilişkide başarılı olduğunuı söyleyebiliriz. İki yaşlı adam arasındaki dostluğun acı-tatlı dinamikleri düz bir çizgide ilerlemekten çok farklı renklere açılan dönüşümler gösteriyor.
Ancak bu teatrellik diyalogların uzunluğu ve yer yer gereksizliğinde bir zorlama duygusu yaratmıyor değil. Film bu anlamda sessiz anlara belki daha fazla ihtiyaç duyuyor.
Diyaloglarla izleyiciye fazla açıklama yapmak yerine, daha fazla hissettirmek üzerine gidilerek, sinemasal anlatım üzerine daha fazla çalışılabilirdi. Özellikle mekana dayalı bir anlatımı olan filmde, Fikret Bey'i çalıştığı mekanda dolaşırken görmek bizim mekanla ilişkimizi daha da yoğunlaştırabilirdi.
Fikret Bey'in hayata karşı prensipli duruşu bir tür meczupluk olarak çizilmiş filmde. Filmdeki Don Kişot benzetmesi yersiz kaçmasa da, biraz fazla vurgulanmış. Yalnızca kendi çıkarlarını düşünen bireylerden oluşan toplumda hala hile yapmadan, hesap yapmadan kendi bildiği gibi giden bir adam gemideki son kaptan gibi tüm serinkanlılığıyla geminin batışını izliyor. Yanında da 30 yıllık sadık yardımcısı Sancho Panza var. İlginçtir, benzeri benzetmeler ve toplumsal çözümlemelerdeki didaktizm, son dönem Türk filmlerinde gittikçe daha sık başvurulan bir anlatı biçimi haline geliyor. Köksal'ın yarattığı fabrika, Barda ve Gemide filmleri gibi mekan ve içindekiler üzerinden ülkemizin hal ve gidişatının allegorileştirildiği filmlerle parelellik taşıyor. Fabrikayla birlikte Cumhuriyet projesinin akıbeti de tartışılıyor.
Bir karakter üzerinden bir ülkenin anatomisini çıkartmak her ne kadar bizim gibi ulusal kimliği krizlerden kurtulamamış, kendini tanımlamalarda bireysel ve toplumsal aidiyetlerin çelişkilerinden kurtulamamış ülkelerde sık sık başvurulan bir teknik de olsa, sembolizmin tuzaklarında yer yer inandırıcılığını yitirebiliyor. Bu anlamda filmde nesli tükenen şeylere çok fazla gönderme yapılması bir süre sonra yaşlı adamın dünyasından bizi çıkarıp, farklı bir anlatıya doğru filmin eksenini kaydırıyor.
Tüm eksikliklerine rağmen bir ilk film için iki yönden başarılı. Yaşlı adamın bakış açısından uzaklaşmadan bizim onunla özdeşleşmemizi sağlayabildiği ve hepimizin tanık olduğu bir dönemin bitişine dair bizde bir farkındalık yaratabildiği için. O anlamda hikayeyi zenginleştirmek adına gereksiz ayrıntılar ve yan öyküler kurmak yerine bir insan ve onun atmosferine yoğunlaşıp, bizi o insanın derinliğine inmeye zorlamış. Oyuncu yönetimindeki başarısı, diyaloglardaki aksamalara rağmen Türk sinemasına yeni bir duyarlılık kazandırıyor diyebiliriz.