Dehşetli Geceler Sizi Bekliyor
Yazar: Ali ErcivanFilm izlemek hepimizin yaşamının bir parçası. Kimimiz daha az, kimimiz daha çok ama neticede belli bir süreklilik içinde filmler izliyoruz. Her izlediğimiz film, beğeni ve beklentilerimizin bir parça olsun gelişmesi demek; her zaman bilincinde olmasak bile. Ve öyle zamanlar oluyor ki; karşımıza Dehşet Gecesi (Fall Down Dead) gibi filmler çıkıveriyor. Çeşitli gerekçelerle bir film vizyona elbette sokulabilir. Ama herhangi bir izleyicinin zekasına hakaretten öteye gitmeyecek böyle bir filmi yapmış olanlar için nasıl bir mazeret bulunabilir, ben düşünemiyorum.
Nereden başlasak?.. Dehşet Gecesi, bir seri katil filmi. Udo Kier tarafından canlandırılan, Picasso namıyla ün salmış bu eksantrik suçlunun başlıca özelliği, sadece kadın olan kurbanlarından çeşitli deri ve uzuvlarını kesip alması. Bunları kah çeşitli tablolara yamıyor kah satranç taşları olarak kullanıyor. Usturasıyla yaptıklarını hem kendisi hem de güya "adli tıp", sanat olarak tanımlıyor. Ama doğrusu film bizi buna ikna etmek için fazla uğraşmıyor. Açılıştaki bir sahnede bir tablonun üzerine beceriksizce yerleştirilip boyanan bir deri parçası dışında, bu adamı sanatçı duyarlılığına sahip ilgi çekici bir seri katil haline getirecek malzeme yaratılmıyor.
Bahsi geçen sahnede, bu adamcağızın duvarını süsleyen bir kara kalem çalışmasına dikkatimiz çekiliyor. Biraz sonra tanışacağımızı bildiğimiz başrol oyuncumuzun (Dominique Swain) tıpatıp aynısı bu çizimdeki kadın. Sebebini hiç öğrenemediğimiz bir şekilde adamın saplantısı olan bir çizim bu. Yeni bir cinayetine tesadüfen şahit olan Swain'in karakteri Christie'yi gördüğünde Picasso'nun gözü parlıyor (Bu tam olarak bir mecaz değil aslında; Kier'in filmdeki tüm yakın planlarında gözüne yapılmış cehennem alevleri misali bir kırmızı ışık gerçekten mevcut). Planı Christie'yi yakalayıp öldürüp, suratının derisini yüzerek bu kara kalem çizimin üstüne yerleştirmekse, övündüğü sanatçılığın ne kadar yaratıcılıktan ibaret olduğu tartışılır.
Neyse işte, çok genç yaşta doğurduğu çocuğuna bakmak için Noel gecesi bile çalışan Christie can havliyle kaçıyor tabii Picasso'dan. Bir binaya sığınıyor. Binadaki güvenlik görevlisi polise haber veriyor. Çağrıya sadece iki polis yanıt veriyor ki onlar da zaten Picasso'nun peşindeler ve içlerinden birinin Cehennem Silahı'ndaki Mel Gibson misali psikolojik problemleri söz konusu. Tahmin ettiniz tabii; bu polisi Mehmet Günsür canlandırıyor. İtalya'da büyümüş ama İngilizceyi İtalyanlara özgü o çok tipik aksanla değil de basbayağı Türk gibi konuşan Stefan'ı...
Daha önce Tamer Karadağlı ile Yelda Reynaud'ya Hollywood'un kapılarını açan Ölümle Dans (Living & Dying) filmini de çekmiş olan Jon Keeyes adlı yönetmen, filmin geri kalanının geçtiği bu binaya "Hitchcock" adını vererek, saygı duruşunda bulunmak istemiş polisiye ve gerilim türlerinin ustasına. Benimse bunu haddini bilmemek olarak algılamamda sakınca görmezsiniz umarım. O binanın girişinde kocaman yazan isim, bu film için en az birkaç gömlek büyük kalıyor.
Devam edelim. Açılış sahnesi haricinde, tek bir gece içinde (Noel) geçen olayların büyük bir kısmı da tek bir binanın içinde cereyan ediyor. Sınırlı mekan ve sınırlı zaman, bu tür filmler için test edilip onaylanmış bir formül. Filmin meziyetleri de orada başlayıp orada bitiyor sanırım.
İlk andan itibaren son derece kabaca yapılan karakter tariflerinin üstüne, mesela güvenlik görevlisi rolündeki David Carradine'ın neden bir komedi filmindeymişçesine rol kestiğini anlayamıyoruz. Sonra, boş olduğunu sandığımız binadan teker teker yeni karakterler çıkmaya başlıyor ama onlar da olabildiğine tek boyutlu ve kötü oynanmışlar. Zaten fazla yer işgal etmiyorlar. Bir seri katil filmine bolca kurban lazım sonuçta; dar bir alanda paslaşsak da.
Hakkını verelim, kadro içinden yüzünün akıyla çıkmayı tek başaran isim, Dominique Swain. Rolü kötü yazılmış olsa da o üstüne düşeni pekala yapıyor. Mehmet Günsür'ün de oyunculuğuyla ilgili bir sorun yok aslında. Başarısız aksanı ve karakterini taşıyamayan çocuksu görünümü işleri bozuyor. Yine de, geçmişteki Tamer Karadağlı örneğinde olduğu gibi mesela, ne ihtişamlı bir aktör olduğunu ispatlamaya uğraşmadığı için, doğallığı sayesinde kurtarıyor durumu. Udo Kier tanıdık hallerinde. Doğru dürüst bir yönetmen aynı performansı etkili bulmamızı sağlayabilirdi belki.
Bu kez oyuncu kadrosunda sadece tek bir Türk olduğundan, dengelemek için başka bazı görevler yurttaşlarımıza verilmiş. Özelikle yan rollerdeki oyuncuların öğrenci filmlerinden fırlamış hallerini uluslararası 'casting' sorumlusu arkadaşımıza bağlayabiliriz belki, fazla üstüne gitmeden. Ama müziklerin altına imzasını atan Pınar Toprak'ın biraz üstüne gitmek boynumuzun borcu, kusura bakmazsanız.
Müziğin film boyunca hiç susmuyor olmasının faturasını yönetmene çıkarmak gerek şüphesiz. Müzik de olmasa filmine hiç katlanılamayacağını düşünmüş olmalı. Bir video/televizyon filmi için normal. Ama dinmek bilmeyen bu müziğin aşırılığı tahammül edilir gibi değil. Seyirciyi sıçratmak için çok kullanılır müzik ya da ses efektleri bu tür filmlerde, malum. Fakat Dehşet Gecesi, bu anlamda tüm benzerlerini açık ara geride bırakıyor. Zaten klasik gerilim filmi atmosfer kalıplarını tekrarlayan müzikler öylesine abartılı ki, filmi izlerken öfkelenmemek mümkün değil.
Karakter çizmek, oyuncu yönetimi gibi konularda son derece amatör; zamanlama konusunda hepten beceriksiz; en gerilimli olması gereken bir anda, daha iki saat önce tanışmış karakterlerini özel hayatlarındaki sorunlarıyla ilgili olarak atıştırmak gibi gülünç senaryo çapsızlıkları içeren; asıl hedefi olan video/dvd ya da televizyon piyasaları için bile oldukça başarısız bir yapım Dehşet Gecesi.
Bu kadar Amerika'larda gezinip bağlantılar kuran, projeler üreten yapımcılarımız neden paralarını daha bu işten anlayan sinemacılara yatırmayı beceremezler? Her açıdan aynı ölçekte bir projeyi daha beceriklice kotaracak çok genç yönetmen vardır Kuzey Amerika'da, eminim. Doğru insanları bulmayı becermek de bu sektörün en önemli gereklerinden biri. Yoksa daha çok dehşetli geceler bekler bizi.