<b>Aura</b>’sından Belli
Yazar: Ali ErcivanGaliba her şey bir Anadolu öyküsünün anlatıldığı filme Aura adının konmasında başlıyor. Uzun bir alıntı olacak ama Orhan Oğuz filmini şu cümlelerle tanımlıyormuş:
'Aşkı tanımlayabiliriz. Aşkı anlatabiliriz. Ama... Haydar’la Yezide’nin aşkını kelimelere dökmekte, anlatmakta zorlanabiliriz. Onların aşkları insanların konuştukları, aradıkları aşklar değil. Onların aşkları, sözcüklerde değil de içimizde, algılarımızda, duygularımızda, bambaşka bir boyutta bilincin karmaşık sokaklarında yol alarak aşkın aurasında netleşir.
Acı duyarız. Ya da hüzün sinmiş bir coşku. Tanrısal bir gücün etkisi sarar ruhumuzu. İşte o zaman yüreğinizde bir açlık hissedersiniz. Önlenemez bir istekle kameranızı alır, auranın ışığı altında, sizi sürükleyen tanımsız bir enerjinin izinden başka sevdalara doğru yol alırsınız.
Mantığın işi yok burada. Bu, ışığın coşup kendinden geçmesinden başka bir şey değil. Ne bir erkeğin ne de bir kadının sesi. Düşünce, hiç değil. Yalnızca aşkla hesaplaşmanın başka bir adı. Yezide ile Haydar’ın aşkı...'
Baştan söyleyeyim: Beklediğimin aksine, Aura pekala akan, çok iyi çekilmiş diyemesem de en azından düzgün çekilmiş, ufak tefek acemilikleri ve kaba diyaloglarına rağmen yönetmenin son işlerinden farklı olarak seyircinin asabını zıplatmayan bir film. Orhan Oğuz’un son yıllarda bir sinemacı olarak giderek popüleritesini kaybettiğini söylemek abartılı olmaz herhalde. Böyle görülmesinde bir haksızlık bulunduğunu da düşünmüyorum. Fakat Aura gözümde durumu biraz toparladı.
Cemaati tarafından, işlemediği bir suç yüzünden cezalandırılıp dışlandıktan sonra kendini dağlara vuran Haydar ile çocukluğundan beri tanımsız bir hastalığın pençesinde olan Yezide’nin aşkı filmin malzemesi. Yezide’nin hastalığı iyice ağırlaşınca, Haydar onu taşıyarak kasabadaki doktora göstermek amacıyla yollara düşüyor. Bu arada, kasabadaki müzeden bir gerdanlık çalmak niyetindeki iki eşkıya ile yolları kesişiyor. Birbirlerine yardım etmek konusunda anlaşıp yola devam ediyor ve kasabaya varınca Haydar’ın müzede çalışan abisini buluyorlar. Bu Aura’nın öyküsü. Film hem bu öyküyü hem de Haydar’ın Yezide’ye aşkını pekala başarıyla perdeye yansıtabiliyor. Ama şu soru akıldan çıkmıyor: Bu filmin adı neden Aura?
Sadece bu isim bile Orhan Oğuz’un elindeki malzemeye bakış açısını beli ediyor. Basit bir Anadolu öyküsü anlatmak bu yönetmen için yeterli gelmemiş. Bu filmin üstüne büyük, şairane laflar eklemek istiyor. Oyuncusuna çiğ yumurta yedirip ellerini uzun uzun dikenli çalıların arasından yerlerde sürümek gibi irkiltici detaylar çekmek; marjinallik bu filmin genel tonuna sızıyor. Başroldeki Gani Rüzgar Şavata ne kadar oralıysa, Orhan Oğuz o kadar dışarıdan, bir entelektüel olarak bakıyor söz konusu coğrafyanın öykülerine, biçimine. İşin ilginci, filmin ismini ve basın bültenini ayakları yere basan alternatifleriyle değiştirin, geride sadece kendince bir Anadolu filmi var. Ve öylesi gerçekten daha iyi.
Aura’nın önemli bir sözü yok. Küçük bir aşk öyküsü olarak eli yüzü düzgün bir film olabiliyor. Filmi başarıyla taşıyan Gani Rüzgar Şavata’nın da bunda payı büyük. Yüksek ihtimalle seyirciye ulaşamayacak olsa bile, zannedilenin aksine, Orhan Oğuz’un kariyerinde de bir Kara Kentin Çocukları veya Büyü konumunda değil (bu da iyi birşey). Ama Oğuz’un popüleritesi yeniden bir ivme yakalayacaksa, öncelikle böyle bir filme Aura adını vermemekle başlamalı gelişme. Çünkü perdede gördüğümüz işe de, ele aldığı coğrafyaya da, hitap ettiği kesime de yabancı bir başlık bu. Filme verdiğiniz ismin filminizin nasıl anlaşıldığını da etkilediğini unutmamak gerekiyor.