Başar – (Meral’e) Delilik sana da bulaşmış!
Andre Bazin, “Fotoğraf Görüntüsünün Varlıkbilimi” adlı makalesinde, “Bütün sanatlar insanın varlığı üzerine kuruludur; ancak fotoğrafçılıktadır ki insanın yokluğundan zevk alırız” der. Yani fotoğrafa müdahil olmayan fotoğrafçı, deklanşöre basan kişi kendi varlığını yadsır. Bunu göze alarak fotoğrafı ve dolayısıyla çektiği görüntüyü yüceltir. Fotoğrafta yüceltilen canlı varlık ya da nesne, fotoğrafçının iradesiyle oluşan bir görüntü olmasının acısını çıkartırcasına, onu yadsır; görmezden gelir. İlk bakışta onu oluşturanı bencilce saklar, bakan kişinin onu görmesini istemez. Ve Bazin devam eder: “Bu gri ya da kara, hayaleti andıran, hemen hemen ayırt edilmez gölgeler artık geleneksel aile portreleri değildir; bunlar süresi içinde durdurulmuş, yazgılarından kurtarılmış hem de sanatın saygınlığıyla değil, duygusuz bir mekaniğin özelliğiyle kurtarılmış yaşamların coşkulandırıcı varlığıdır; çünkü fotoğrafçılık, sanat gibi, sonsuzluğu yaratmaz, zamanı mumyalar, onu kendi bozulmasından kaçırır”.
Sağanak yağmur altında, adada, enfes bir kaydırmalı çekimle açılan film, köşklerin iç süslemelerini ve boyasını yapan Halil’in (Müşfik Kenter) devasa bir portreye, surete âşık olması üzerinedir. Adada, sonbaharda, Türk Sanat Musikisi’nin en dokunaklı nağmelerinin altında, Halil 1 yıl boyunca her gün portrenin olduğu köşke bir hırsız gibi girmekte ve o suretin karşısına geçip saatlerce onu seyretmektedir. Ustası derviş Mustafa (Fadıl Garan) ile birlikte, adadaki köşklerin iç süslemelerini, boyamalarını yapmaktadırlar. Ada, anakaradan kopan bir parça olması sebebiyle ve özellikle sonbaharda bu koparılmışlığı ve yalnızlığıyla daha da hüzünlü görünmektedir içindekilerle.
Filmin en başında, Meral’in resmini seyrederken –film boyunca resim denilir- kıza yakalanmasıyla durumu zorlaşır Halil’in. Mevcut durumun bozulmasını istemez. Ama büyü bozulmuştur bir kere. Metin Erksan, filmin en başında büyüyü bozarak, üstüne sinemanın büyüsünü bindirir.
Halil, Meral (Sema Özcan) ile ikinci kez karşılaştığında, elinde ekmek ve kahvaltılık vardır. İşte bu acımasız gerçekliğe teslim olmamak için bir surete aşık olmuştur Halil. Kendi aşkından beslenir; onu büyütür; besler; çoğaltır ve kendi aşkından suretin aşkını da doğurur. Halil, “benimle resim arasına girme; istemiyorum seni” der Meral’e. Fiziksel anlamda nesne olan fotoğrafın/suretin bu şekilde sevilmesi onu bambaşka bir yere koyar. Bir sanat eseri ya da ihtiyaç objesi de değildir oysa. Sanal olmaması da onu bu tür fantezilerin dışında tutar. Fotoğraftaki suret, elle tutulabilir olmasıyla bir melez türe dönüşmüştür. İnsan ancak bu kadarını yaratabilir. Halil, suretin sahibini inatla reddederek, bunu yapmaması durumunda başına gelecekleri bilir. Bu “bilme hali” onu surete daha da bağlar. Halil sureti o kadar derinden sever ki, o görüntünün, bakışların bile bozulacağından korkar. Meral’in devasa portresinin kendine hep aynı şekilde bakmama ihtimali, bunu düşünmek, aklının derinlerinde hapsettiği çılgınlığın çıkardığı zincir şıkırtılarıdır. Suretteki durağanlık, aynı zamanda kendi iç dünyasındaki dengeleri de koruduğundan onu bir ihtiyaç haline getirmiştir. Günümüzde bu durumu hastalıklı, takıntılı bulanlar, kendi iç dünyalarındaki boşluğun farkına varamamaktadırlar.
Meral’in devasa portresi ile iletişime geçen Halil, bir gönderen olarak bütün düşüncelerini bu surete/kaynağa gönderir ve değişmiş/arınmış olarak, -istediği şekilde- geri alır. Bu tarafıyla bu devasa portre Halil için, vazgeçilemez bir geri besleme görevi yapar. Meral, bu “kusursuz” iletişim sistemine dahil olmak isteyerek tüm dengeleri altüst eder. Çünkü Meral’in kendisi insana özgü tüm tutarsızlığıyla, tahmin edilemezliğiyle, hareketli bir canlıya özgü tüm davranışlarıyla, sistem için kabul edilemez bir konumdadır. Ayrıca yaşayan bir organizma olarak iyi bir iletken olmaması dezavantajıdır.
Halil’in düş gücü suretin ötesine yönelik olduğu için, gittiği diyarlardan izleri takip ederek kolayca geri gelebilir. Hep aynı kapıdan çıkıp, aynı kapıdan geri gelen biri gibi, surette de bir değişim olmayacağını bilir ve onu bir tür geçit olarak kullanır. Hatta bir değişimin olduğunu, olabileceğini hayal ederek, kendine küçük, tatlı korkular bile yaşatabilir. Bu dehşetli potansiyeli elinde tutmak ona benzersiz, bencil hazlar sunar. Sureti bir değişmeyen olarak kullanarak, bencilce her türlü değişimin tadını çıkarır. Her türlü oyunu oynar; denemeyi yapar. J.Baudrillard’ın “Simülasyon Kuramı”ndan daha insancıl gözükse de, bu tarz bir bencilliğe kızar, ustası derviş Mustafa. “Ona gitmediğin için, suretiyle yetindiğin için kötü bir adam oldun” der Halil’e.
Bitmiş bir işi ölüme benzeten, ustası Mustafa bilir ki, her bitirdiği işle biraz da kendi ölür. Halil’e, Meral’i reddettiği için kızar. Bu aşkın bu şekilde yarım kalması, onun için huzur bulamayan, bir türlü ölemeyen birinin çektiklerine benzer.
“Aşkta yalnız ve cesur olmayı sen öğrettin bana…” diyerek bir veda mektubu bırakan Meral, adadan ayrılır. Aynı aşkla yanmaya başlayan Meral, Halil’in aşkının gerçek öznesi olarak aynı yöntemi seçmeye hazırdır artık. Bu da Halil’i cezbeden bir durum, varlık halidir. Bir pervane böceği gibi yanmaya, Meral’in yaktığı ateşin etrafında dönmeye gelir Halil.
Seyirci, surete Halil gibi bakamayacağından, kahramanla özdeşleşmekte zorlanabilir. Seyirci bunu başarabildiği ölçüde Halil’e yaklaşır ve bu derinliği hisseder. Ada ayrılığı simgeler. Bu yüzden kavuşma yeri olamaz. Adada kalan da, adadan ayrılan da aynı ayrılık acısını çeker.
Meral adadan döndükten sonra, karlı bir kış gününde, ıssız bir yolda, ayakları çıplak bir şekilde, Başar’ın (Süleyman Tekcan) arabasından inerek yokluğu seçtiğini, buna hazır olduğunu Halil’e ispatlar. Meral, Halil’in mertebesine yükselmiştir artık. Halil de onu bu şekilde sevmeye hazırdır. Dışa karşı beraberce mücadele edebileceklerdir artık. Zorlukları, sıkıntıları beraberce atlatacaklardır belki de.
Buraya kadar alışık olduğumuz film kalıplarını yerle bir ederek bize eşsiz bir deneyim yaşatan film, gerçek ve alışıldık bir filmde olacakların suyuna dümen kırar. Halil’in korktuğu seyircinin de başına gelmiş olur böylece. Bir surete âşık olan Halil gibi, bu filme aşık olanlar da bu andan itibaren, olayların klasik film görünümüne geçmesiyle, bu büyünün bozulduğunu fark ederler. Olması gereken de budur aslında. Hayat devam etmeli, herkes işini yapmalıdır. Fırıncı ekmek yapmalı, kasap et kesmeli, kunduracı pabuç dikmelidir. Yönetmen de bu filmi gösterime sokabilmek için –maalesef hiç gerçekleşmemiştir- bu tarafa, bize doğru kırmalıdır. Her birimiz miskin, düşkün veya derviş değilsek, bunu bu hayatta kalma arzusuna, mutlu olma dürtüsüne/bencilliğine borçluyuz.
Filmdeki mekanlar, planlar ve çekimler, Halil’in surete aşık olması gibi seyirciyi de kendine hayran bırakacak türden. İstanbul’u, adaları, o dönemi tüm ıssızlığı, yalnızlığı ve kederiyle yansıtmayı çok iyi başaran görüntüleriyle eşsiz bir film. Müşfik Kenter, Halil’i ete kemiğe büründürerek ne kadar büyük olduğunu, 33 yaşındaki olgun görünümüyle ispatlıyor. Meral’i oynayan Sema Özcan, duru ve kırılgan güzelliğiyle, Halil’i anlamayı başarıp film boyunca dönüşen Meral’i çok iyi canlandırıyor. Ayrıca Halil’in ustası derviş Mustafa’yı oynayan Fadıl Garan’ın, Mao Tse-Tung'la birlikte, Lev Troçki'nin öğrencisi olduğunu söylüyor Metin Erksan, 80 dakika süren söyleşisinde. 1965’de genç olmak, yutkunmak ve aynı tanıdık sıkıntının günümüze kadar gelen uzantısı. Belki de bu uzantıdan beslenerek, belli belirsiz izlerini takip ederek aydınlığa çıkacağız; anı hapsederek, canlıyı durağan hale getiren fotoğrafların kılavuzluğunda.