Küçük kasaba muhafazakarlığı...
Yazar: Atlantisten Gelen AdamHollywood’da iki isim vardır ki, aklıma hep “ya içindesindir çemberin ya da dışında” veciz sözünü düşündürürler. Bunlardan biri, hem ticari sinemanın başat örneklerinde yer almış, komedyenlik ve “abartılı oyunculuk” algısında hakikaten sınırları zorlamış bir aktör olan Jim Carrey, diğeri ise ana akım sinema ekollerinde pek de albenisi olmayan, iflah olmaz “heavy metalciliği” ile nam salmış, delişmen karakter Jack Black’tir.
Gündelik hayatlarında gerçekleştirdikleri bazı eylemleriyle kamuoyunu şok etmekte beis görmeyen bu iki oyuncu, beyazperdeye yansıttıkları imajlarıyla da, sinemaseverlerin imgelemlerinde tuhaf çağrışımlar yaratmayı çoğu zaman başarabilmekte. Amerikan sinemasının sıra dışı komedi figürleri olarak sinema ile yaşam arasındaki muğlak çizgileri yok eden ayrıksı tiplemeleri oluştururlarken pek de zorlanmayan bu iki oyuncu, yaşamlarını da çoğu zaman bir sinema perdesi gibi gördüklerinden, ne zaman rol yaptıklarını, ne zaman ciddi olduklarını kestirmekte zorlanırsınız. Sanırım onları çekici kılan –ve aynı zamanda hatırı sayılır bir kitle tarafından nefret edilmelerini sağlayan da bu özellikleri olmalı.
Hemen her filminde, kendisi için negatif sayılabilecek tüm fiziksel kusurlarını mükemmel bir şekilde avantaja çevirmekte başarıyı yakalayan Jack Black, bu defa da Birleşik Devletler'in güneyinde, genellikle cahil kasabalıların oluşturduğu nüfusuyla kendi yağında kavrulan bir beldenin gözbebeği haline gelen “cenaze levazımatçısı Bernie” elbisesini giyiyor. Aksanları, hayat tarzları ve “güneyli-muhafazakar ikiyüzlülükleri ile” klişe yurttaşlardan müteşekkil ahali, kısa zamanda kasabanın göz bebeği olmayı başaran bu “entel” ve “eşcinselimsi” kibar delikanlıyı kendilerinden biri addediyor (Bu noktada bir parantez açıp, Amerikan kırsalının saf insanlarını beyazperdeye yansıtan oyuncuların inanılmaz başarılı olduklarını vurgulamalıyız. Gerçekten rol mü yapıyorlar yoksa hakikaten Bernie’nin sıkı dostları olarak kendilerini mi oynamaktalar muamma. Aksi ihtiyar rolünde, bir zamanların efsane müzikallerinin başrol oyuncusu Shirley Mclaine de, kendisinden nefret ettirecek derecede inandırıcı bir profil sergiliyor.Burada da yönetmen Richard Linklater’in hakkını teslim etmek gerekir).
Bernie’nin gizemi işte o esnada kendini gösteriyor. Filmde, Bernie ana karakterinin bazı şüphe yaratıcı eğilimleri, tuhaf davranışları, bilinçli olarak izleyicinin kafasını karıştırıyor. Zira Bernie’ye empati kurmak bazen bir hayli zorlaşıyor: Sahiden de iyi bir Hıristiyan mı, gerçek halini herkesten saklayan bir sapık mı; kültür müptelası bir züppe mi, yoksa tüm gayesi zengin ve yaşlı kadınlarla şatafat içinde bir hayat sürmek olan karanlık bir figür mü sorularını aklınızdan geçirmemeniz imkansız. Sahiden, nasıl bir insandır bu Bernie, korkunç bir mirasyedi mi yoksa gayesi “hizmet” olan uhrevi bir fani mi?
Yer yer belgeselvari ve uzun röportajları, “ortalama sinema izleyicisi” için sıkıcılaşma riski taşıyan “Güneyli Kasaba İnsanları” sekanslarıyla Bernie'nin Suçu Ne?, Jack Black hayranları için ilgiyi hak eden bir yapım. En azından, country ile “Christian-Rock” arası mırıldandığı radyo-dostu şarkılar, tiyatroda sergilediği bazı eğlenceli performanslar açısından, bu tombul, deli bakışlı ve “dindar” Bernie’ye bir şans verilebilir. Yönetmen, bir hayli düşük bütçe ile kotardığı bu filminde, çalışmayı çok sevdiği oyuncu Jack Black’ten şaşmayarak, akıllıca bir hamle yapmış. Haftanın şans verilesi filmlerinden…
Atlantisten Gelen Adam
https://twitter.com/AtlantisliAdam