'Savaş zorunlu olmadıkça bir cinayettir'*
Yazar: Duygu KocabaylıoğluAlman yazar Erich Maria Remarque’nin ilk ve en tanınmış eseri olan Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (1929) romanını hiç okumadıysanız bile aynı adlı 1930 yapımı filmi mutlaka duymuşsunuz, belki de seyretmişsinizdir. 20 yüzyılın dünya klasikleri arasında yer alan bu çarpıcı roman aslında, yazar Remarque'nin henüz 18 yaşındayken katıldığı Birinci Dünya Savaşı'ndaki acı deneyimlerini oldukça çarpıcı biçimde kaleme aldığı bir eserdir. Savaşın silah altındakiler açısından acımasızlığını ve saçmalığını o kadar net biçimde anlatır ki roman, yıllar sonra Nazi Hükümeti tarafından yakılan yüzlerce, binlerce kitaptan biri olur. Bu kadar malumatfuruşluktan sonra bu romanın en son uyarlaması olan, 2022 mahsülü Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok (Im Westen nichts Neues) filmine geçelim…
Yazıldıktan sonra yaklaşık bir asır geçse de insanoğlunun gözü doymazlığına ve savaşın vahşetine dair hala kanlı canlı bir anlatımla aktarılan ve de maalesef koca bir yüzyıla rağmen hiç eskimeyen bir hikaye var karşımızda. Bu sefer yönetmen koltuğunda yine bir Alman sinemacı olan Edward Berger oturuyor, senaryo uyarlaması ise kendisiyle beraber Lesley Paterson ve Ian Stokell’e ait. Bu üçlünün En İyi Uyarlama Senaryo dalında taze taze BAFTA’ya uzandığını ayrıca aynı akşam (19 Şubat 2023) Berger’in En İyi Yönetmen, filmin de En iyi Film ödülüne layık görüldüğünü tarihe not düşerek yolumuza devam edelim.
2022 tarihli Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, tıpkı selefi gibi senaryo açısından daha rahat bir uyarlama tutumu izliyor; fakat önceki filme göre hikayenin açılışını savaşın en orta, en çetin yerinden yapmayı tercih ediyor. Tıpkı neye uğradığından habersiz gencecik Alman askerleri gibi seyirciler olarak bizler de yoğun bir kurşun ve bombardıman taarruzuna maruz kalıyoruz. Henüz daha ilk dakikalarından itibaren başlayan kesintisiz, uzun planları ile seyircinin tüm dikkatini ekrana (evet, maalesef televizyon ya da bilgisayar ekranına) mıhlayan yapım, savaşın kaosunu, ancak içinde olduğunuzda görebildiğiniz akıl almaz saçmalığını ve boşluğunu 2 buçuk saat boyunca ürkütücü biçimde anlatıyor. Üstelik bu ürkütücülük sadece savaş ya da cephe sahneleriyle ve oradaki öykülerle sınırlı değil. Berger’in kamerası şehre, savaş dışına kalan insanların günlük hayatına ve tabii ki yönetici sınıfın kibrine çevrildiğinde insan olarak bir başka savaş daha veriyorsunuz kendi içinizde!
Filmin omurgası romandaki gibi cepheye gitmek için koşa koşa askere yazılan 4 lise arkadaşını temel alarak başlasa da, biliyoruz ki bu dostluk savaş meydanında çok uzun süre ‘canlı’ kalamayacak.
“Almanya’nın Demir Gençliği” hamasetleri ile göz göre göre, çok daha güçlü olan düşman kuvvetleri (ki biz onları İtilaf devletleri olarak tanıyoruz) karşısında sapır sapır ölsünler diye gencecik insanları çamur, kan ve bombardıman altına sürmekten zerrece çekinmeyen bir hırs var seyrettiğimiz; vakti zamanındaki Alman İmparatorluğu… Elinde cetvel ve ansiklopedi ile eğitim vermesi gerekenlerin ölümüne kahramanlık ve sözde vatanperverlik nutukları attığı ve cepheden kopmuş bacakların anında twit’lenemediği bir evrende, gönüllü olup askere gitmemek de yani salt yaşamayı tercih etmek de, korkaklık olarak addediliyor. Fakat cephenin gerisinde olup, evinin sıcağında çayını yudumlayan şehirdekilerden gizlenen şöyle bir gerçeklik sıkıntısı var: Cepheye gitmek için cesurca askere yazılan gençlerin o dakikadan sonra, bir çatışmada ölmek ya da asker kaçağı olmaktan başka şansları kalmayacaktır; çünkü bir şekilde bedenen sağ kalsalar ya da yaralı olarak kurtulsalar da artık ruhen sakattırlar... Paul Baumer dahil savaşa giden hiçbir genç evine aynı insan olarak dönmeyecektir; tabii o da dönebilirlerse…
Film bu manada Remarque’ın kitaba yüklediği sorumluluğu görsel açıdan fazlasıyla sırtlanıyor ve muazzam görsel dünyası ile savaşın acımasızlığını birkaç katına çıkartmakta da beis görmüyor. Bu filmdeki üstün görüntü yönetimi ile taze taze ikinci BAFTA ödülüne uzanan James Friend’ın sanat departmanları ile paralel kurgulandığı aşikar olan mavi ve gri ağırlıklı renk paleti, bu uzun soluklu ve duygusal olarak ağır akan filme kilitlenip kalmanızın bir diğer sebebi. Yine taze taze BAFTA’sına uzanan yapım tasarım ekibini alkışlarken ödüle layık görülen bir başka dal olan orijinal müziklerde Volker Bertelmann’ın ve yine yetkin ses ekibinin anlatıma çıta atlatan başarısını atlamayalım.
Berger (ve pek tabii Netflix) imzalı Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok, bir savaş filminin acı estetiğini göz kamaştırıcı biçimde ekrana getirirken, savaş karşıtlığını da olması gereken dozda veriyor: Son ana kadar vazgeçmeyen ama kendilerini pek de cephe ilerisinde göremediğimiz savaş çığırtkanlarından daha da çok bağırarak!
Lewis Milestone imzalı ilk film, ünlü yönetmene 1930 yılının Akademi ödüllerinde En İyi Yönetmen Oscar’ını getirmişti. Bakalım bu klasik hikayenin 2022 versiyonu aday olduğu 9 dalda (En İyi Film, Uyarlama Senaryo, Uluslararası Film, Görüntü Yönetimi, Yapım Tasarım, En iyi Müzik, Ses, Görsel Efekt, Saç Makyaj) hangi heykelcikleri evine götürmeyi başaracak?
Son söz yazının giriş repliğinde de belirttiğimiz gibi, ömrünün üçte ikisi savaş meydanlarında geçmiş bir generalin, ‘ulusun bizatihi kendisini kurtarmak gerekmedikçe savaş çığırtkanlığını cinayete teşebbüs’ ile eşdeğer tuttuğu bu ünlü veciz, kulağımıza 21. yüzyılda da küpe olsun; çünkü gerçekten değişen hiçbirşey yok…
*Mustafa Kemal Atatürk