Philippe, Chopin-Schubert dinleyen, aşırı seviyede olmasa bile filmin başlarından anladığımız kadarıyla "ırk" meselesine az çok dikkat eden, çok çok zengin, fakat aynı zamanda da bu zenginlikten sıkılmış, özellikle de etrafındaki çoğu "klişe" insandan, yapmacık insandan bıkmış biri. Bu sıkılmanın temelinde de büyük ihtimalle geçirdiği kaza ve şu anki durumu yatıyor. Sonsuz imkanlara sahip olmasına rağmen istediklerini gönlünce yapamıyor sonuç olarak. Driss genel anlamda Philippe'in tam zıttı. Karakter, zevkler, imkanlar vs. Aslında tipik bir "Fransız banliyösü" insanı. Seyirciye sempatik gelse de özellikle filmin başlarında anlıyoruz ki annesinin (öyle diyelim) de kendisine söylediği gibi tam bir "embesil". Ayrıca mücevher hırsızlığından hapis yatmış biri. Evden gözünün içine bile bakmadan kovulması da geçmişinde pek "hayırlı", pek "istenen" bir tip olmadığının bir başka kanıtı. Kısacası "serseri"nin teki. Bu iki karakterin açılımları filmin ilerleyen dakikalarında birbirlerinden de etkilenerek bazı değişimlere uğruyor. Fakat aslında filmin hemen başında biraz inandırıcılıktan uzaklaşıyoruz. Böyle bir Philippe'in böyle bir Driss'i sadece iki saniye görerek ve yalnızca samimiyetine ve patavatsızlığına hayran kalarak kendisini, evini, sevdiklerini emanet etmesi başlarda garip geliyor. Bilmiyorum, veya bu kadar ayrıntılı düşünmeden filmin keyfini çıkarmak gerek. İlk tanışmada kendisine "siz sömürge olmadan önce..." ile başlayan cümleler kuran bir adam yakın zaman sonra onunla aynı sigarayı çekip, onun gibi küpe takıyor. Yine de hikaye akışı içinde eğer çok fazla dikkat çevirmez iseniz bunlar rahatsız edici olmaktan çıkabiliyor. Sonuçta ikisi de kaybedeceği bir şey olmayan karakterler ve tamamen zıt olsalar da birbirlerine sığınıyorlar. Eğleniyorlar. Paylaşıyorlar. Seyircilere de finalden sonra tatlı bir tebessüm kalıyor...