10 DAKİKALIK TARAFİK SAHNESİYLE YÖNETMEN ADINI SİNEMA TARİHİNE ALTIN HARFLERLE YAZDIRMIŞTIR
Burjuvazinin ne olup ne olmadığıyla ilgili belirsizlik Bunuel’in Le Charme discret de la Bourgeoisie’sini izlediğimde en azından benim için ortadan kalkmıştı. Göndermeler ve metaforlarla örülü ama öte yandan da aşırı gerçekçi yapısıyla bu eksiksiz yapıt beni her seferinde ondan sadece beş yıl önce çekilmiş bir yakın akraba filme, Monsieur Godard’ın Week End’ine götürüp bırakır. Şüphesiz her yapıt bir öncekiyle ilişkidedir ve kendinden sonrakine el verir; bu en ayrıksı duranları için de geçerlidir.
Week End belirli bir tarih aralığına ait belli bir kavrayışın neredeyse tüm özelliklerini taşıyor; şimdi geriye dönüp baktığımızda bize oldukça tanıdık gelen bir bakış açısının –yorumun fitilini tutuşturan ilk kıvılcımdır da diyebiliriz onun için. Bunuel Marx’ın meşhur üstyapı’sınca kuşatılmış bir zümreye açıkça saldırırken, politik dönemininin ilk ve oldukça verimli bir yılını geçiren Godard’ın da bundan aşağı kalmayan bir söylem takındığını görebiliriz; bu hiçbirimizi şaşırtmaz, bakış açısı olarak sanılanın aksine belki de Godard sürprize en kapalı olan sanatçılardan biridir.
Bir ayrıma gitmek gerekirse bunu olanaklı kılan yine iki sanatçı arasındaki seslenme farklılığıdır olsa olsa. Öyle ki Godard’ın bitip tükenmez trafik sekanslarıyla makasladığı anlatımı Bunuel de sonsuz uzunluktaki yolları gayesizce yürüyüp duran karakterleriyle verir. Örnekleri çoğaltmak mümkündür, sonuçta tesadüfi olmayan bir homojenlik yakalanmıştır denebilir. Bu yapıtların herhangi birine (ki bu genelde Week End olmuştur) girmekte –ısınmakta zorlanan sinemaseverler için illa bir dayanak noktası gerekirse, o noktayı çok da uzakta aramaya gerek yoktur derim. Bu durumun bir yapıtın bir başka yapıtın düğümünü ne şekilde çözdüğüne iyi bir örnek olduğuna inanıyorum.
‘Evrende başıboş dolanan’ ve hatta ‘çöplükte bulunmuş bir film’ olarak Week End tıpkı kendisi gibi başıboş, çöplüğün kıyısında gezinen karakterleriyle, yani bir anlamda iler tutar yanı kalmamış dünyamızın beşeri sembolleriyle yaptığı açılışını her sahnede bir adım öteye götürür.
Söylemek ve duyurmak arasındaki farktan, söylemek ve duyurmak arasında yepyeni bir söylem inşa eden Godard’ın bunu ta en başından nasıl bile isteye yaptığını şimdi artık tereddütsüz biliyoruz. Week End –ve hatta Godard da kimilerince ‘deneysel sinema’nın (deneysel sinema burada henüz belirli bir yol tutturamamk anlamına gelir) dehlizlerine itilmek istese de onda ayakları yere basan bir bilincin izleri silinmez bir belirginliktedir. Mesele haz ilkesinin bazı yapıtlar ve sanatçılarla kurduğumuz ilişkide, daha doğrusu onu anlamak düzeyinde kurduğumuz ilişkinin öncesinde işlemeye başlamasıyla ilgili sanırım. Çoğu insanın konu Godard olunca, onu eğlencelik bir temsil olarak yaftalamasının altında yatan sebep bu. Anlamak aslında hep daha sonradan gelir, aldığımız hazzın çok uzağında bir ‘zorunluluk’tur bu, çünkü kurmaya çalıştığımız bağ sanatçının bilincine, öznelliğinin ağlarına takılıp kalmaya mahkûmdur. Öte yandan burada genel kültür, sanat tarihi ve politik bilinç gibi mevhumların bize sağladığı şeyleri, sözgelimi bizi bir yapıta yaklaştırdığı gerçeğini de göz ardı etmemek gerekir elbette, ama konumuz bu değil.
Week End’in La Chinoise’daki politik görüşü/gelişmeyi hiçbir şekilde ileri götürmediğini söyleyebiliriz; daha yukarıdan bir anlatımı vardır ve bu filmin ancak estetik yapısını besler, öte yandan ağırlıkı genel çekimin tercih edilişi izlediğimiz filmi kimileri için güldürüye yakınlaştırır. Bunun bir problem olduğunu söylemek zor, eğer öyleyse Godard’ın kariyeri boyunca bu sorundan kurtulamadığını düşünebiliriz. Ancak burada ortaya koymak istediği şey bütün ironik taraflarının dışında ‘medenileşmek’te olan bir toplumun saf gülünç durumudur. Özünü yiritmekte olan bu toplumun portresini belirgin kılan şey, yani bir anlamda denge unsuru abartılı görüntüler, duyarsızlık ve şiddet olacaktır.
James Monaco bu abartılı imgelerin daha sonraları pazardaki değerlerini arttırarak Godard’ı bir nevi ters köşeye yatırdığını söylese de bu hiç şüphesiz iki yönlü işler, çünkü arzın kaynağında yine pazarı oluşturanlar vardır ve Godard hem oklarını onlara yöneltmekte beis görmemiş hem de bu ters köşeye yatış her yönüyle sonuçta kendisinin işine yarayacak bir imlenmiş alan açığa çıkartmıştır.
Film özellikle ortalarından itibaren bir çeşit bildiri havasına dönüşüyor. Medeniyetten gerillaya uzanan geniş bir skalada düşüncelerini haykırmanın heyecanıyla yanıp tutuşan genç bir Godard göze çarpıyor. Kimi zaman bir siyaha “onların şartlarına sahip değiliz, kimse onlar gibi savaşmamızı beklemesin” dedirtip emperyalist güçlerle girişilecek mücadelenin tarifini çiziyor, kimi zamansa köleler adına, çarpıtılmış bir tarihi ifşa ediyor.
Bu garip hafta sonu –yola çıkış teması, bu kez üzerine yumurta kırıp ham yaptığı burjuvazi denen çatlakla, daha önce Godard’da gördüğümüz, alışkanlıklarımızın üzerine giden, insan ruhunun tuhaflığına ve kararsızlığına bir kez daha eğilen, sadece bu sebeple bile ciddiye alınması gereken bir yorum aslında. Rimbaud’nun deyimiyle “usun düzensizliği”, insanın en ilkel yanı. Onunla kurmaya çalıştığımız bağ, bir ilişkide yalnızca bir düzeyden ibaret olan ‘anlamak’ın aşılmasıyla gerçekleşecek.