Gülelim eğlenelim, biraz da öğrenelim...
Yazar: Murat ÖzerBazı filmler vardır, sevip sevmediğinize biraz da ‘duygusal’ nedenlerle karar verirsiniz. Filmin size hikâyesiyle ya da anlatımıyla yansıttığı duygular değildir genellikle bunlar. ‘Başka bir şey’dir size dokunan ve filme dair fikirlerinizi açığa çıkaran.
“Last Vegas” da işte böyle bir film. Genel çerçeveden baktığımızda, yaşlı aktörlerin “Felekten Bir Gece”(The Hangover)'si gibi duran, içine biraz da “Şimdi ya da Asla” (The Bucket List) katılmış bir yapım izlenimi veriyor bu çalışma. Ancak, hesaba katmadığımız bir özelliği daha var, ki es geçilebilecek gibi değil. Michael Douglas, Robert De Niro, Morgan Freeman ve Kevin Kline’ı aynı kareler içine hapsediyor “Last Vegas”, yanlarına da ‘katalizör’ olarak Mary Steenburgen’ı yerleştiriyor. İşte bu durum, bahsettiğimiz duygusal yaklaşımı sağlıyor, filme dair görüşlerimizin önüne geçip ekstra bir derinlik katıyor yapıma.
İçlerinden birinin ‘bekarlığa veda’ partisi için Las Vegas’a giden dört ‘emektar’ arkadaşın, bu ışıltılı kentte yaşadıklarını izliyoruz hikâyede. Çocukluklarından bu yana arkadaş olan bu dört ihtiyarın, zamana direnemeyen bedenlerine karşılık, zamana meydan okuyan dostlukları öne çıkıyor bu resim içinde. Ununu elemiş, eleğini asmış karakterler için her şeyin bitmediğini, hayatın son nefese kadar tıka basa yaşanması gerektiğini işaret eden film, bunu söylemek için biraz ‘uç’ bir örnek veriyor bizlere, ama buradan da istenenin alınabileceğini kanıtlıyor.
Evet, çok da ‘yeni’ bir çerçeve çizmiyor “Last Vegas”, şablonlar üzerinden yürüyen hikâyesini aynı şablonlara uygun biçimde sonlandırıyor. Gülelim eğlenelim, biraz da öğrenelim formülünden bir an bile sapmayan film, karakterlerin yol haritalarında da ‘sürpriz’e yer vermiyor. Her karakter, beklenen hamleleri gerçekleştirip, finalde de ‘olması gerektiği’ noktada yerlerini alıyor. Öte yandan, başta sözünü ettiğimiz duygusal nedenler devreye giriyor sık sık. Dört aktörü aynı kadraja sıkıştıran zihin, zaaflarımızdan yararlanıyor ve filmi sevmeye zorluyor adeta. Her birini ayrı ayrı sevdiğimiz isimler, alabildiğine rahat performanslar sergilerken eğleniyorlar belli ki, bizi de aynı oranda eğlendiriyorlar haliyle.
Özellikle Michael Douglas ve Robert De Niro arasında yaratılan ‘çatışma’, filmin bir hikâyeye sahip olmasını sağlıyor ve ‘Las Vegas serüveni’ boyutuna hapsolmasının önüne geçiyor. Dostluğun sarsılması ya da yeniden inşası için gereken motivasyonu da bu ikilinin çatışmasından çıkarıyoruz. Aşk, iki arkadaşı hem ayırıyor hem de birleştiriyor. Bunun uzun yıllara yayılmış olması da işin ‘epik’ boyutunu destekliyor. Eski aşk, yeni aşk derken, kaptırıp gidiyoruz onların hikâyesine ve inanmamak için herhangi bir sebep bulamıyoruz (aramıyoruz da).
Yönetmen koltuğunda Jon Turteltaub, senarist olarak da Dan Fogelman gibi iki deneyimli ismin, ‘devler’i kontrol altında tutma görevini başarıyla yerine getirdiğini söylemek mümkün “Last Vegas”ta. Zaman zaman ‘özgürlük çığlıkları’ atıp kafalarına göre takılsalar da, dört usta aktörün birbirlerinden rol çalmaya çalışmadıkları açık. Aldıkları keyif bir yana, birbirlerine duydukları saygı da net biçimde anlaşılıyor burada. Teknik direktörlerin karşı takım için söyledikleri basmakalıp “saygı duyuyoruz” söylemine benzer bir şey değil bu, inandırıyor bizi...