“Bu kez uzaylıları yenemeyebiliriz!”
Yazar: Murat Tolga ŞenRoland Emmerich bize “büyük şeyler” izletmeye ant içmiş zanaatkâr bir sinemacı… Beyazperde yolculuğunu, ülkemiz video piyasasında epey tutmuş olan Moon 44 filminden bu yana takip ediyorum ancak bir daha asla o kadar orijinal bir işe imza atamadı. (En azından benim gözümde) Yine de büyük bütçeli işler söz konusu olduğunda, Emmerich imzası ne seyredeceğimize dair az çok fikir veriyor; Perdeye sığmayan bir görsellik ve bir ilkokul öğrencisinin hayal gücü!
İlk Kurtuluş Günü’nü sinemada izlediğimde ağzım açık kalmıştı. “CGI teknolojisi ile inanılmaz filmler çekilecek” diye düşünmüştüm ama o hevesim kursakta kaldı. Yıllar içinde efektler hikâyenin önüne geçti ve sinema bir lunapark eğlencesine dönüştü.
20 yıl sonra gelen bir devam filmi olan ID2 bana Emmerich’in o eski güzel günlere dönmek için ekibi yeniden toplamaya çalışması gibi... Bu aralar yeni Stargate filmlerinin çekileceği de duyurulduğu için bu fikrim sabit bile diyebilirim. Kadroda Will Smith hariç eksik yok ve bu da benim gibi ilk filmi de sinemada izlemiş seyirciye “yıllar sonra yeniden birlikteyiz” hissi yaşatıyor ancak sinema yazarı dostum Kerem Akça’nın tweetindeki gibi “bir nostaljiden ibaret” değil ID2…
Bu kez tamamen kurgusal bir dünya var karşımızda ve ilk filmin şeması -uzaylı gemisi gelir, dünyayı tarumar eder, Amerikalılar gemiye girer ve işi bitirir- korunurken aynı şeyi izlediğimizi hissettirmeyecek geliştirmeler yapılmış ve finalde de çekileceği planlanan 3. filmin artık savaşı galaksiye yayacağının sinyalleri veriliyor. Başka türlü de olmazdı zaten.
ID2, ilk filmin dramatik yapısını, şımarık mizahını ve hamburger tadındaki duygusallığını devam ettiren, hızlı tempolu ve görsel açıdan etkileyici ama oldukça şovenist bir yapım. Açıkçası, sinema seyircisi aradan geçen 20 yılda beyazperdede bilgisayar marifetiyle yaratılmış görselliğe alıştı ve hatta artık bu sıkıcı bile gelmeye başladı. ID2’nin, ilk filmin aksine, görsel efektler anlamında devrimci bir tarafı yok, itinalı ama sıradan bir efekt çalışması ama artık alıştığımız tatta.
O zaman hikayeye dönelim. Filmin senaristleri Nicolas Wright ve JamesA. Woods, kitap uyarlaması gençlik bilimkurguları modasına kapılarak dünyayı kurtarma işini animelerden (japon çizgi filmleri) fırlamış gibi duran genç bir uçuş ekibine emanet ediyorlar. Ekipteki lider pilotlardan birinin Asyalı genç ve güzel bir kadın olması da bu etkiyi güçlendiriyor. Ancak ne yardan ne de serden vazgeçen Emmerich, ID2’nin ilk filmden gelenlerle birlikte gereğinden fazla karakterle dolmasına ve hepsinin de seyirciyle bir özdeşlik yaratamayacak kadar dar bir alanda kısa paslaşmalarına yol açmış. Filmin ortalarında birkaçını harcasa da hikayenin bu kadar karaktere yetmediği ortada.
Pek, bunu dert etmeli miyiz? Hayır, bu kadar ciddi bir eleştiriye de gerek yok esasen. ID2’nin basit bir fikri var; uzaylılar dünyayı istila ederse ve biz onlarla savaşırsak seyretmesi nasıl bir şey olur? Bunu da hakkını vererek yapıyor, evet hikâye ozon tabakasındaki delik kadar büyük mantık hataları ve tutarsızlıklarla dolu ama biz 20 yıl önce “üstün uzaylı teknolojisine” sahip yaratıkları basit radyo sinyalleri sayesinde defetmiş bir ecdada sahibiz. Şimdi de ana gemiye girip, uzaylılardan kurtulup, üstüne onların gemisini çalıp lunaparkta turlar gibi takılabiliriz. Olayımız aksiyon ne de olsa…
Filmi yerden yere vuramam çünkü izleyici kitlesine uygun, eğlenceli bir iş, izlerken bir kez bile saate bakmadım, 120 dakika aktı gitti ama Donald Trump bu filmi çok sever çünkü ID2 yine çok “Amerikalı”. Filmde altı çizilen mesaj hep aynı; dünyayı ve insanlığı olası bir yok oluştan ancak Amerikalı askerler -siviller kötü kararlar alıp ölür- kurtarabilir. Dünyanın geri kalanı da bunu en fazla çöldeki çadırlarından izlemekle yetinir. Aslında burada oldukça sıkıntılı bir ırkçı alt metin var ama Hollywood bunu hep yapıyor! Emmerich de, Michael Bay gibi sivil otoriteyi sevmiyor. Filmin ilk harcadığı karakterler başkan ve sivil ekibi, dünya liderliği hemen bir askere devrediliyor ve dünyayı kurtaran kilit isim ise bir zamanlar donanma pilotu olan eski bir asker-başkan). Şunu da eklemeli, Amerikalıların bu savaştaki en önemli kanat adamlarından biri Afrikalı bir diktatör! Dünyaya bombalarla demokrasi ekmek yerine yeniden diktatörleri desteklediğimiz günlere mi dönüyoruz? Bir de üstüne üstlük, “çalışınca oluyor” dercesine bir böbürlenmeyle bunu tam da ABD’nin kurtuluş günü olan 4 Temmuz’da yapıyorlar! Bu konuda son bir kelam; uzaylıları şu “kovan yapılanması” bana hep komünizm göndermesi gibi geliyor, bu da 50’lerin ucuz uzaylı istilası filmlerinden kalma bir alışkanlık olsa gerek.
Filmin en sevdiğim tarafı; Roland Emmerich, bu kadar hızlı akan bir filme aşkı da sıkıştırmayı başarmış ama inandığım sevme hali, Jake (Liam Hemsworth) ve Patricia’nın ki (Maika Monroe) değil de iki bilim insanının arasındaki gökkuşağı rengindeki aşk oldu. “Peki, şimdi orkideleri kim sulayacak?” İlk filmin kurban karakterlerinden biri olan Dr. Brakish Okun (Brent Spiner) bu kez kilit adam oluyor ve bence filmin en başarılı performansı ona ait, hele de “hadi, çekelim bitsin” dercesine cepten oynayan Jeff Goldblum’u gördükten sonra…
Yazdıklarımın olumsuz taraflarını boş verin, ne de olsa bu bir bilim kurgu atıştırmalığı ve bilet almaya değer bir film en azından kötü yerli gişe komedileri için sağlam bir alternatif. “Hasatçı Kraliçe” ortaya çıktıktan sonrası özellikle etkileyici olan ve uzaylı yaratıklar dâhil her şeyin ilk filmden çok daha “kocaman” (Roland Emmerich ve büyüklük takıntısı) olduğu ID2, eğer alt metinlerine takılmazsanız, bilim kurgu aksiyonlarından hoşlananlara ilaç niyetine bir film, sinemada izlemek şart!
Not: Küre şeklindeki uzaylı formunu “The Day the Earth Stood Still” filmindeki unutulmaz Gorth karakterine benzeten bir ben miyim acaba?
murattolga@gmail.com