Hesabım
    Indiana Jones ve Kader Kadranı
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    3,0
    Ortalama
    Indiana Jones ve Kader Kadranı

    Indiana Jones’a Veda Vakti

    Yazar: Özden Sevgi Diler

    2008 yılındaki ilk diriltme çabasının kötü şöhretine rağmen Indiana Jones bir kez daha beyaz perdeye geri dönüyor, üstelik bu kez gerçekten veda etmek için. Serinin farklı şekillerde devam etme ihtimali her zaman var ama “Indiana Jones ve Kader Kadranı” 80 yaşındaki Harrison Ford’un kaçınılmaz olarak son macerası... Indiana Jones tartışmalı bir kahraman olsa da sinema tarihinin tartışmasız en ikonik karakterlerinden biri ve görkemli bir vedayı hak ediyor. Ancak eski filmleri bir formülasyon haline getirip kusursuz bir şekilde uygulamaya çalışan “Kader Kadranı” heyecan uyandırıcı bir veda olmaktan çok uzak, nostalji yükünü duygusal bir son hazırlamakta yeterince iyi kullanamayan – en azından son sahneye kadar – ve içinde hatırlamaya değer çok az şey barındıran bir film.

    Steven Spielberg, 80’lerdeki orijinal üçlemeden ve 2008’deki “Indiana Jones ve Kristal Kafatası Krallığı”ndan sonra, bu kez yönetmen koltuğunu James Mangold’a devrediyor. 2017’de “Logan” ile diğer bir popüler kültür ikonunun hikayesine son noktayı koyan Mangold, bitiş çizgisine yaklaşan bir kahramanın kasvetli dünyasını ya da hız kesmeyen aksiyonu perdeye taşımak için doğru isimmiş gibi görünse de Indiana Jones’un sihrini bugüne taşımak konusundaki görevi tam olarak anlamamış gibi duruyor. Aslında “Kader Kadranı” tıpkı kahramanı gibi geçmişin hazinelerinin peşinde koşuyor ve klasik bir Indiana Jones filminde olması gereken neredeyse her şeyi önümüze seriyor: kötü niyetlerle gizemli antik nesneleri ele geçirmeye çalışan Naziler, egzotik ortamlardaki kovalamaca sahneleri, tuzaklarla donatılmış karanlık mağaralar, Indiana ile sık sık atışan genç ve güzel bir kadın, afacan bir çocuk hatta karakterlerin izlediği rotayı gösteren harita sekansı ve John Williams’ın müziği… Tabii fantastik bir sonu da unutmamak gerekir ki bu filmin sonu, uzaylıları dahil etmesiyle bilim kurguya kayan, bu yüzden de çok eleştirilen “Kristal Kafatası Krallığı” da dahil olmak üzere tüm seri içindeki en çılgın son!

    Ancak sadece formülleri takip etmek iyi bir Indiana Jones macerası ortaya koymak için yeterli değil; bunun için sayabileceğimiz birçok neden bir yana, bu filmdeki Indiana bildiğimiz Indiana değil. O artık şapkasını ve kamçısını çoktan bir kenara kaldırmış, emekli olmaya hazırlanan, yalnız, yaşlı ve huysuz bir profesör. New York’ta küçük bir dairede yaşıyor, Marion (Karen Allen) boşanma davası açmış, oğlu ortalarda yok. Onu hayranlıkla dinleyip yaratıcı yöntemlerle aşk mesajları ileten öğrencileri de çoktan tarih olmuş. İnsanoğlunun Ay’a ayak bastığı ve herkesin gözünü geleceğe diktiği 1969 yılında, içinde yaşadığı uzay çağına uyum sağlayamayan Profesör Jones’un kendisi de anlattığı antik dünyaların bir parçası adeta. Buradan yola çıkıp bize Indiana Jones’un daha içten bir portresini çizme, daha özgün bir hikaye anlatma şansı olan film, Indiana Jones’u eskinin kötü bir taklidi olan aksiyonun içine fırlatıyor ve karakterdeki tüm değişimler bir aksiyon sahnesinden diğerine hızla geçerken aralarda duyduğumuz bir iki repliğe sıkışıveriyor. 

    Film, 1944’te, Indy’nin o bildiğimiz eski çılgın günlerinde başlıyor. İkinci Dünya Savaşı’nın son dönemecinde Indiana Jones ve arkeolog arkadaşı Basil Shaw (Toby Jones), Nazi bilim insanı Jürgen Voller’in (Mads Mikkelsen) savaşın gidişatını değiştirmek için kullanmak istediği gizemli bir nesneyi ele geçirir: ünlü matematikçi Arşimet’in yaptığı ve zamana hükmetme gücü olduğu söylenen bir kadranın yarısı. Bu uzun açılış sekansında, Harrison Ford’un dijital olarak gençleştirilmiş halini izlemenin getirdiği kaçınılmaz bir yabancılaşma duygusu var, karşımızdaki bizim bildiğimiz Indy olduğuna inanmamızı bekleyen bir hayalet sanki… Ama bu efektten daha kötü olan, Nazilerin yağma treninde yaşanan bu amansız mücadelenin yaydığı sahtelik hissi. Mangold serinin diğer filmleri gibi aksiyonun tam ortasından başlatıyor hikayeyi ama dijital efektlerle yüklü bu sahne Spielberg'in dehasına çok uzak, Indiana Jones'un ruhundan çok kopuk, buruk bir tatla adım atmamıza neden oluyor bu son maceraya. 

    1969’a sıçradığımızda, Indiana’nın sakin yaşamı, yıllardır görmediği vaftiz kızının, Basil Shaw’ın kızı Helena’nın (Phoebe Waller-Bridge) çıkıp gelmesiyle alt üst olur. Birlikte yaşadıkları maceradan sonra Basil kafasını kadrana ve çalışmasını sağlayacak diğer yarısını bulmaya takmış, bu takıntı uğruna hayatını mahvetmiştir. Babası ve vaftiz babası gibi arkeolojiye gönül veren Helena, bu araştırmayı tamamlamak için Indiana’yı ikna etmeye çalışır. Ancak ne Helena’nın niyeti göründüğü kadar masumdur ne de kadranın peşindeki sadece odur. ABD hükümetiyle yaptığı bir anlaşma sonucunda NASA’nın en önemli isimlerinden biri haline gelen Voller’in aklı da hala kadrandadır. Böylece herkesin kadranı ve birbirini kovaladığı; New York’tan Fas’a, oradan da Yunanistan’a ve Sicilya’ya uzanan soluk soluğa bir yarış başlar.

    Maceranın Apollo 11 astronotlarını kutlamak için düzenlenen geçit töreninde başlayan ve Indiana’nın bir polis atı çalıp metro istasyonlarına dalmasıyla devam eden ilk ayağı, onu görmeye alışık olmadığımız yeni bir ortamı ve serinin özünde her zaman olan mizahı birleştirerek eğlenceli bir yolculuk vadetse de devamında gelen sahneler bu vaadin içini dolduramıyor. Önceki filmlerin görsel zenginliğini yakalayamayan, karanlık ya da sarı – kahve tonlara bulanmış, çok fazla dijital efekte boğulmuş kovalamaca sahneleri gerçek heyecan duygusundan yoksun. Sadece bu sahnelerinin arasındaki bir dolgu malzemesi gibi hissettiren senaryo da karakterlerin arasındaki bağa yatırım yapmamıza yetecek bir hikaye sunmak yerine zaman zaman çok gereksiz yan hikayelere alan açıyor. 

    Yarışın sonunda vardığımız nokta ise ne kadar tuhaf olursa olsun, filmin cesaretle atılan tek adımı. Yine bilim kurgu temalarına uzanan son durak, belki uzaylılardan daha çok uyuyor Indiana Jones anlatısına ama film, karakterle vedalaşmanın eşiğindeki izleyicilere bu uçuk fikri satma konusunda başarısız. Neyse ki sonunda Indiana Jones'u, tıpkı en başta olduğu gibi, içten bir şekilde görmemizi sağlayan bir finale bağlanıp "Kutsal Hazine Avcıları"nın en romantik sahnesine göz kırparak bitiyor. Nostaljik göndermelere boğulmasını da istemeyiz tabii ama Harrison Ford'un 40 yıldır oynadığı karaktere veda ettiği filmde nostaljik dokunuşlar biraz daha fazla ya da "başıma şu da gelmişti" gibi cümlelerden daha anlamlı olabilir, geçmiş ve gelecek arasında köprü kurmaya yarayabilirdi. Son sahnenin doldurduğu duygusal boşluk, tüm filme yayılan eksikliği iyice görünür kılıyor ama salondan negatif duygularla çıkmayı da engelliyor. 

    Fleabag”in yaratıcısı ve yıldızı Phoebe Waller-Bridge zeki, alaycı, çapkın Helena olarak kendisine yabancı olmayan bir karaktere bürünüyor ve yaşlı Indiana’nın durgunluğunu dengeleyecek enerjiye sahip. Genç çırağı Teddy (Ethann Isidore) de huysuz ihtiyar ile tezat oluşturarak eğlenceli bir katkı sunuyor hikayeye kısıtlı anlarda. Serinin eski yüzlerinden Sallah (John Rhys-Davies) Indiana’nın son macerası için geri dönerken, Antonio Banderas’ın canlandırdığı, yeni bir eski dost da macerasında yardımcı oluyor Indy’e ama bu karakter de diğer pek çok yan karakter gibi hikayeye gerçek bir katkı yapmıyor. Çılgın Nazi bilim insanı Jürgen Voller, Mads Mikkelsen’in üstüne biçilmiş gibi oturan bir rol. Daha önce de kötü karakterleri başarıyla canlandıran aktör, tehditkar ve kibirli duruşuyla özellikle sakin anlarda gerilim duygusunu tek başına yayıyor ve senaryonun izin verdiği ölçüde kusursuz bir performans ortaya koyuyor. 

    Filmi izlemek için tek gerçek neden olan Harrison Ford ise hem Indiana Jones rolüne zahmetsizce geri dönüyor hem de onu, pişmalıkları ve kayıplarıyla başbaşa kalmış melankolik haline başarıyla taşıyor. "Indiana Jones ve Kader Kadranı" karaktere, Ford'a ya da seriye hak ettiği finali sağlamasa da Harrison Ford'u Indiana Jones kostümleri içinde, çok iyi bildiğimiz o tema müziği eşliğinde beyaz perdede son kez görme şansını kaçırmayın!

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top