Hesabım
    Gökten Bir Uydu Düştü
    BEYAZPERDE ELEŞTİRİSİ
    2,0
    Yetersiz
    Gökten Bir Uydu Düştü
    Yazar: Serdar Kökçeoğlu

    Beyazperdedeki dalgın ve hüzünlü rollerine ve hepsine hayat veren beyaz yüzüne hayran olduğum Julie Delpy, kendi Fransız kimliği ve kişisel tarihi etrafında bir sinema kurmaya çalışıyor. Çenesi düşük ve hayli gürültülü olmasına rağmen, bir tür Woody AllenZor Baba (Meet the Parents)'sı olarak sevdiğimiz Paris'te 2 Gün (2 Days in Paris) çok keyifliydi. Fransız ve Amerikan kültürü arasındaki çatışmalar, karşı kültür kahramanlarına göndermeler ve Adan Jodorowsky ve Daniel Brühl gibi sürpriz oyuncular. Yüzünüzde fazla zekice olmayan bir gülümsemeyle bitirdiğiniz ‘hoş' filmlerden...

    Kimi amatörlüklerine rağmen, kişisel, samimi ve keyifli bir denemeydi. Yönetmenin aynı yolda New York'ta 2 Gün (2 Days In New York)'e imza atmasına şaşırmamak lazım. Tabii arada bir Kontes (The Countess) kazası var, onu da unutmamak lazım. Tatlı Julie, en çok Walerian Borowczyk gibi Avrupa sinemasının karanlık yönetmenlerine yakışan Kontes Bathory'e bir auteur edasıyla hayat verince, doğrusu pek olmadı. Bu şeytani tarihi figür ona birkaç beden büyük geldi. Ne demek istediğimi anlamak için kontes kostümü içindeki gözlerine bakmanız yeterli. O zorlama şeytani bakış, gün ortasında gece sahnesi çekmek gibi...

    Hafif, ama bağımlılık yapan bir Fransız avant-pop grubunun adı gibi çınlayan Gökten Bir Uydu Düştü (Le Skylab), fazla uzaklara gitmeyen bir dönem filmi. Fazla uzaklara gitmiyor ama bugünlerde fazla bulunmayan duygu ve düşüncelerin peşine düşüyor gibi. Bir kere şuna iyice ikna olduk; Fransız sinemacıların, kalabalık aile buluşmalarına özel bir zaafı var. Büyükanneli, teyzeli, halalı, dayılı geniş yemek masaları, noel buluşmaları Fransız yönetmenleri çok çekiyor. Julie Delpy de, uydu vakasının yaşandığı günlerdeki bir aile buluşmasının izini sürmüş filmde. Bir tren yolculuğu üzerinden kendi geçmişine bir yolculuk yapmış. Bizi bir anda iki düzine insanla dolu bir eve sokan film, uzun süre ‘kim kimdi', ‘neden herkes pazar günü karikatürleri kadar mutlu' gibi düşüncelerle yalnız bırakıyor...

    Demek istediğim şu ki; ben küçükken babam akrabalarıyla neden konuşmuyor diye uzun uzun düşünürdüm. Keyifli bir yaz günü, kendi evimize hırsız gibi girdiğimiz için kuzenimle birlikte sıkı ve haklı bir dayak yemiştik. Kuzenim hırsız olmanın heyecanını yaşamak istemiş, ben de kendi evimize bir yabancı gözüyle bakmak istemiştim, hem böylece kaybettiklerimi bulurum diye düşünmüştüm... Sıkıldınız değil mi? Çünkü çocukluk anılarımın sadece benim için bir anlamı var.

    İşte Delpy son filminde bu hataya düşüyor. Çocukluk anılarına fazla anlam yüklediğinden olsa gerek, filmin ilk yarısında akrabalar önünde yetişkin şovları ve artık ezberlediğimiz sıkıcı çocukluk mevzularıyla baş başa kalıyorsunuz. Her yaştan çocuğun deliler gibi eğlendiği bir yazlık mekan diskosuyla filmin rengi biraz değişmeye başlıyor. Bu sahnede kendi kendine elleri havada dans eden çocuğa bir anlam veremesek de, filmin karanlık tonu kendini gösteriyor. İdeolojik tartışmalar, akrabalar arası akıl dışı ilişkiler gibi detaylar filmi ilginçleştirmeye başlıyor. Ama yemek geç ve soğumuş geliyor...

    Şüphesiz her oyuncu iyi bir yönetmen olacak diye bir şey yok, olmak zorunda da değil. Bu konuda Delpy pek çok oyuncu-yönetmene göre daha iyi yapıyor bu işi. Pazar günü hafifliğinde gevşek ve gerzek anlar yakalamayı iyi biliyor. Çıplaklar kampı sahnesi, çıplak bir erkek karşısındaki ironik baba-kız duruşu keyifli mesela. Ama işte; geniş aile buluşmasında yaşananlar konulu çok film izledik bugüne kadar. Ingmar Bergman, Woody Allen gibi bu işin ustaları var. Bu film, yönetmeni için tarihe kalacak görsel bir anı defteri gibi, ona şüphe yok. Ama bu buluşmanın, gayet iyi bildiğimiz ideolojik aile atışmalarının, komik şarkı ve taklitlerin ötesinde bir anlamı da olsaydı. Keşke. Her şeye rağmen New York'ta 2 Gün'ü çok merak ettiğimi ve yönetmenine güvenmeye devam ettiğimi ekleyeyim.

    Daha Fazlasını Göster
    Back to Top