'Anneme heteroseksüel olduğumu söylemeyin...'
Yazar: Serdar Kökçeoğlu‘Ben, Kendim ve Annem’in orijinal adı olan ‘Les Garcons et Guillaume, a table’, ‘Oğlanlar ve Guillaume, haydi bakalım masaya!’ diye çevrilebilir. Gizemli orijinal isim filmin bir cümlelik özeti aslında. Bir annenin oğullarına seslenişini, daha doğrusu iki oğluna ve bir kız çocuk gibi gördüğü Guillaume'ye seslenişini anlatıyor.
Aristokrat bir anne ile baba çocukları bölüşmüş ve anne kendi payına düşen oğluna bir kadın kimliği biçmiştir. Guillaume otoriter bir kadın olan annesinin kendisine biçtiği rolü benimsemek, daha doğrusu ona ters düşmemek için elinden geleni yapmaktadır. Üstelik kadınsılığı onun bir eşcinsel gibi algılanmasına yardımcı olmaktadır. Fakat büyüme yolculuğunda, maceradan maceraya sürüklenirken, annesinin arzuladığı gibi bir 'gay' değil, bir heteroseksüel olduğunu keşfedecek ve kimlik arayışının en sonunda annesine bu gerçeği itiraf edecektir.
Ben, Kendim ve Annem esinlendiği popüler sahne gösterisi gibi 'tek kişilik bir gösteri'. Kendi hikayesini önce sahnelerde anlatan aktör sadece kendisini değil, annesini de (Tootsie ile benzerliği ilgi çekici) canlandırıyor beyazperdede. Şaşkın ve meraklı halleri oldukça sempatik yorumlayan oyuncu her karaktere özgü bir ifade ve beden oyunculuğu geliştirdiği için tek başına filmi götürmekte güçlük çekmiyor. Hatta filmi özgün ve ilgi çekici kılan özellikler arasında, iyi yazılmış senaryonun ve usta işi kurgunun da önüne geçiyor bu müstesna oyunculuk. Hayatında hiç cinsel kimlik karmaşası yaşamamış, tercihlerini erken yaşta belirlediğini düşünen izleyicinin bile kendinden bir şeyler bulabileceği son derece insani ve zengin bir performans.
Ben, Kendim ve Annem Pedro Almodovar filmlerinin cinsel renkliliğine sahip… Öte yandan ana karakterin samimi arayışları tüm heteroseksistliğine rağmen akla Woody Allen filmlerini getiriyor. Şüphesiz bu fragmanlar çok karanlık bir şekilde de ele alınabilirdi. Baskıcı bir anne, sürekli kıkırdayan erkek kardeşler ve daha pek çok şey efemine bir erkek çocuğunun hayatını karartabilir. Fakat sanatçı tıpkı Allen gibi her şeye ve dahi kendisine belli bir mesafeden bakarak mizaha sığınmayı başarıyor.
Amacı gay ve ‘hetero’ kimliklerini karşılaştırmak veya çarpıştırmak değil, daha çok cinsel kimliğin belirlenmesi esnasında çevrenin etkisini göstermek. Fakat aile kurumunun zaafları ve toplumun eşcinsel bireylere olan dışlayıcı ve alaycı yaklaşımı doğal olarak bolca deşifre edilmiş. Filmin finali heteroseksüel bir yaşama çıksa da, Guillaume Gallienne’nin hikayesi bir ‘queer’ hikayesi, straight olanın karşısında ve aslında cinsel belirsizliklerden yana.
Cannes’ın hit filmlerinden olan yapım, Mavi En Sıcak Renktir veya Stranger by the Lake gibi güçlü 'queer' sinema örnekleri arasından sıyrılıp César ödüllerinden En İyi İlk Film ödülüyle beraber En İyi Film ödülüne de ulaştı. Şüphesiz Mavi En Sıcak Renktir güçlü bir aşk hikayesini cesurca ele alışıyla, Stranger by the Lake ise gerilimi adım adım artan romantik ve tekinsiz atmosferiyle bu ödüle rahatça ulaşabilirdi. Ama Ben, Kendim ve Annem’in farklı bir çekiciliği (ve sahiciliği) olduğu muhakkak.
La Cage aux Folles (Çılgınlar Kulübü) gibi kült olabilecek bir cinsel kimlik komedisi olduğu gibi, sinema tarihinin en doğal, en içten ilk filmleri arasına da girebilir yapım. Guillaume’nin sahne gösterileri arkadaş samimiyetinde geçmesiyle bilinirmiş, sanatçı bu tadı, kıvamı sinema filminde de yakalamayı başarıyor. LGBT festivallerinde de, vizyonda da aynı derecede ilgi görebilecek, gönül çelen filmlerden biri ve bana nedense son dönemin en ilginç yerli denemelerinden olan Gözümün Nuru filmini hatırlattı. Tematik farklılıklarına rağmen doğallıklarıyla onca endüstriyel üretimin yanında taze meyve tadı veriyorlar.