THE ELEPHANT MAN( FİL ADAM) 19.03.20
Film incelemesi
Yönetmen David Lynch
Sevgi Ozan
Öncelikle bir sözle başlamak istiyorum “Kusur insanın yüzünde değil yüreğindedir.”
Bu sözlerde de olduğu gibi zorbalıkla insanlığı elinden alınan birçok duyguyu arsızca tüketen yaşamlara maal olmuş kavramlar vardır. Bu ve bunun gibi kavramları, onların insanda nasıl tavırlar meydana getirdiği üzerine birkaç şey söylemek istiyorum. Görüntü-kimlik çirkinlik-ucube, anormal- normal, vb. kelimelerin insan yaşamı üzerinde nasıl da gaddarca kullanımı olduğunu göstereceğim.
“Ben bir fil değilim
Ben bir hayvan değilim
Ben bir insanım
İnsanım!”
“ Ve ben siz bir sahnenin ardından bakıp da eğlenin diye kafeste mahkûm edilmeye uygun hiç değilim!” Bu sözler The Elephant Man adlı filmden alıntılanmıştır. Daha önce adını sıkça duyduğum bu filmi bugünlerde izleme fırsatını buldum. Sizde biliyorsunuz ki bugünler çok ta iyi günler değil açıkçası ama bize bizi anımsatacak ve hayatımız üzerine düşündürecek bir şeyler gerekliydi. Her ne kadar olumsuz ve umutsuz şeyler yaşasakta bu zamanlarda kendimize bakma ve neler yaptığımızı gözlemleme imkânı verdi diyebilirim. Özellikle de kendi adıma. Kendi içime dönük olacak bu hamleyi yapmak için cesaretimi ancak bu boşlukla bulabildim. Yukarıda da belirttiğim gibi yaşamakta olduğumuz ard ardalığımıza bir balyoz indi sanki. Ve biz durduk. Artık sadece izleyicisi olduğumuz bir dünyanın sahnesindeyiz.
İşte böyle bir zamanda The Elephant Man adlı filmdeki doğuştan engelli ve bundan kaynaklı olarak vücudu deforme olmuş olan John Merrick’in gerçek ama bir o kadar da trajik hikâyesine tanık oldum. Aynı zamanda bu halinden ötürü maruz kaldığı ötekileştirmelere rağmen bile duyguları deforme olmamış bir insan o! Tüm bu sahneler gözümün önünde geçip giderken ben filmin sonunda değil sürecinde anladım her şeyi, duyumsadım ve ellerim olmadan temassız empati kurdum sadece yüreğimle.
Ve işaret ediyorum sizlere gözler! Bakan gözler nasıl bakmak istediğini ancak sen seçebilirsin, hangi kavram ve öngörüyle bakmak istersen elbette. Çünkü senin tasarımın nasıl bir dünyada yaşadığımızı belirliyor ve başka şansımız olmaksızın bize onu dayatıyor. Tıpkı bu yaşanmış hikâyede de olduğu gibi normalin karşısında anormal olarak saptanmış görüntü, davranış ve duruşlar bizim için her ne kadar rahatsız edici gibi gözükse de tüm bu algılar doğumdan bu yana edindiğimiz öğrenmelerden ibaret. Ve biz öteki beriki diye birbirimizi katlederken bize doğru yaklaşan o vebayı göremedik. Sağır, dilsiz, kör ve burnu kesik bir köpek gibi duyarsız gerçeğimiz bir düşman kadar tehlikeli! Bu bizim eserimiz ve kendimizi artık kandıramayalım ki bu felaketi antik çağlardaki gibi kızgın bir tanrı göndermedi.
İçimizde gittikçe büyüyen duyarsızlığımız nefrete dönüştü. Şimdide insan postundaki bir fil kadar tehlikeli sevgisizliğimiz. Kendimizden ayrı ve düşman belirlediğimiz o görüntüleri zihinlerimize sokarak ucube fikirlerimizi meydana getirdik. Ve durmadan çılgınca bağırıyor sizin yerinizdir bu kafes ve özgürlüğünüz bu zincirli mahkûmiyetten geçer diye söylenip duruyoruz. İşte tam da o anlarda alçak yâda aşağı bakan o gözler kendi eteklerinde yangını fark etmeksizin tutuştular. Eğlencenin tam da ortasındayken yaşandı bu salgın hastalık. Benzetmelerinde çok ötesinde yaşanıyor tüm bu gerçeklik.
Tüm zamanlarda olduğu gibi yaşam oldukça korkunçtu, acımasızcaydı ayrı kalan ve sıra dışı bakılan için… Görme umudunun yerine aşağı ve alaycı bakışların etrafında gezindiği bir sirk gösterisi gibi algılanıyor görüntüler. Bir bir sergileniyor izleyicinin önünde cambazımın ipteki gerginliği. Çünkü gösteri insanlığın karşısında cambazın düşüşüyle gerçekleşecek izleyiciler için sahnelendi. İmgesi olmayan bir torbanın gizi altında nefesini tutmuş hokkabazın ellerinde oynatılıyorum. Ve o sırıtkan gözleriyle korkunç iki delikten giriyor yüreğime… Saklanılması gereken bir yaratığa dönüşüyorum şimdi bende!
Ben insanım. Sizin insanınız her nasıl tanımlanmışsa bilmiyorum. Ama ben hissediyor, âşık oluyor, hasretlik çekiyor ve her hücremle yaşama evet diyorum! Dans etmek benim en güzel duruşum, şekilsiz bir omurgaya sahip olsam dahi. Bende var olan tek kusur ise bedenimdeki düzensizce ulu orta savrulmuş organlarım ibaret sadece. Bu benim elimde olmayan doğam, sanki dünyanın gelmiş geçmiş tüm felaketlerinden daha korkunç ve ağzına alınmayan bir cüzzamlı hastalık gibi görülüyor. Bu engellerim beni sokaklardan ve kuşların yuvasındaki cıvıldayan o renkli görüntülerden dahi alıkoyuyor. Elimde kalan tek şey olan düş gücümle de yaşamadığım sıradanlığı hayal ediyorum. Şunu bilin ki ben de en az herkes kadar bir insanım!
Camın kenarındaki hayallere sarılıyor ve maketten kentler yapıyorum kendime, içinde katedral dahi bulunan. Sokaklarında da gizsiz ve varlığımdan utançsızca dolaşabiliyorum. Sadece kendimle baş başa bırakılmış aynasız bir dünyada mutlu olmayı arzuluyorum. Şatafatsız ve izlek gözlerden uzak bir sirkin gözde ucubesi olmayan bir evren tasarımında yaşama olanağını bulmalıyım kendime…
Bende tıpkı sizin gibi çılgınca zamanlar için yaşıyorum. Fakat imgemin korkunçluğu midemi bulandırıyor. Ve kusurlu olmamın verdiği bu çaresizlik beni hem sevmekten hem de sevilmekten de uzak kılıyor.
Ama sadece bir gün dahi olsa görülmekten utanmadığım, gözlerin aşağı bakışlara boyun eğmediği o andan sonra belki de bende mutlu bir insan olarak ölümü umut edeceğim. Yaşarken insan olma mücadelemi insan olduğumu hissettiğim o anda sırt üstü uyuyarak noktalıyorum. 27 yıllık bir gaddarlıktan sonra her şeyin bitip tüketildiği bu dünya seni hissediyorum, anlıyorum, korkmadan ve kaçmadan tüm gerçekliğini kabul ettim. Daha yeni yeni konuşmaya başlamıştım henüz seninle lakin şimdi gitme vakti. Bu son sözüm olsun sana “ Ben başardım ve iyi bir insan olmak için çok çalıştım.” Size hatıra bıraktığım kelimeler yüreğinizden hiç ayrılmasın.
“Siz gerçek bir fil adam değilsiniz
Siz Romeo’sunuz” dedi
Ve ben oracıkta insan oldum.