Klişeleriyle de güzel.
Yazar: Fırat AtaçToho Stüdyoları'nın 'Hiroşima sonrası fantezi/uyarısı' olarak okunabilecek 1954 yapımı orijinal Gojira, 'doğayla uğraşırsan sana karşılığını verecektir' gerçeğinin abartılı ve efsanevi bir örneğiydi. Kurulan minyatür şehirlerin arasında gezen canavar kostümlü bir adam fikri ne kadar absürdse, Gojira'yı izlemek de o kadar keyifliydi. 'Canavarların Kralı' başka hikayelerle, başka ezeli rakiplerle Japonya sinemasının kült karakteri olma mertebesini sağlamlaştırmakla kalmadı, 1998'de Roland Emmerich'in ellerinde 'fiyaskoların kralı' olmayı da başardı.
Örümcek Adam'ın beş sene sonra 'yeniden ele alındığı' günümüz ana akım sinema sisteminde Godzilla'nın 'hakkının verilmesi' için baya gecikildiğini söyleyebiliriz aslında. Projenin emanet edildiği İngiliz yönetmen Gareth Edwards'ın doğru bir tercih olduğunu görmek içinse bir milyon dolardan daha az bir bütçeyle çektiği 'bağımsız canavar filmi dersi' Monsters'a bakmak yeterli olacaktır.
İçlerini bir türlü dolduramayacağı karakter sayısı konusunda çok iddialı olan yeni Godzilla'nın merkezinde sayısız insan var. Bunlardan ikisi Japonya'da nükleer bir santralde çalışan Joe Brody (Bryan Cranston) ve eşi Sandra (Juliette Binoche). Süprizbozan olamayacak şekilde erken gerçekleşen vahim bir kazada eşini kaybeden Joe, bunun nedeninin 'açıklaması zor sismik değişimler' olduğunu düşünüyor. Paralel hikayede o değişimlerin kaynağı konusunda sağlam bilgileri olan Japon bilimadamı Serizawa (Ken Watanabe)'yi izliyoruz. Filmin 123 dakikalık süresi içerisinde felaket boyutlarına varacak olayları hayranlıkla izlemek ve beylik laflar etmek dışında hiç bir işe yaramayacak olan Serizawa, radyasyondan beslenen bir yaşam formunu kontrolde tutmaya çalışan gürühun da en üst düzey üyesi aynı zamanda.
Bir yandan da santralde gerçekleşen kaza esnasında küçük bir çocuk, şimdi yiğit bir teğmen olan Brody çiftinin oğlu Ford (Aaron Taylor-Johnson) ve onun hemşire eşi Elle (Elizabeth Olsen) arz-ı endam ediyor. Hikayenin askeri ve medikal kısımları için biçilmiş kaftan eğitimlerden geçmişler değil mi? Kontrolden çıkan yaşam formları büyüyor, başka kazalar oluyor, olanlar Godzilla'yı uyandırıyor! Sonrası büyük çapta bir yıkım.
Erkenden söylememde bir sakınca yok; 'Godzilla'yı sevdim'. Bu sevginin kaynağı olarak muazzam yaratık tasarımını, akıl almaz bir görüntü yönetimini ve yakın tarihten Pasifik Savaşı'na büyük tokat niteliğinde olması gibi özelliklerini gösterebilirim. Bir alt türe indirgeyip 'yaratık filmi' tanımını yapıştırdığımızda gayet yeterli olan bu özellikler, pazarlama aşamasında dört başı mamur bir epik olarak aksettirilen Godzilla özelinde yeterli mi, onu tartışmak lazım.
Bir aile trajedisine yelken açmaya çalışan ve filmin ilk bir saatlik dilimini temposu ağır bir girizgaha dönüştüren insanoğlu kanadı şaşılacak derecede klişelerle örülmüş. Kontrol merkezinde durmak, komplo teorileri üretmek, kahraman olmak ve kocasını beklemek üzerine kurgulanmış karakterlerin durumu tam anlamıyla içler acısı. Konu ne olursa olsun, daha önce gördüklerimizden farklı hiç bir çözüm önerisi geliştiremeyecek kadar sığ yazılmış roller, içine giren oyuncular ne denli ilgi çekici olsa da 'hadi Godzilla!' düşüncesine hapsediyor izleyiciyi. Bu haliyle Godzilla, - en iyi ihtimalle - yarım bir başarı olarak adlandırılabilir. Neyse ki iş kaosa evrildiğinde göz banyosu yapmamızı sağlayacak ayrıntılar çoğalıyor.
Gareth Edwards'ın kamerasını subjektif bakış açılarına yerleştirmesi, felaketi yaşayan insanların çevresinden yıkıma başlaması yerinde bir tercih. Özellikle askerlerin uçaktan atlama sahnesinde varılan sonuç ayakta alkışlanacak cinsten. Yaratıkları daha az göstermek için yapılmış bir hile olarak da görülebilecek -ki ne kadar az görürsek o kadar iyi- genel anlayışı, filmin final sahnelerinde daha çok geniş plan kullanarak, seyircisine ödül verircesine değiştirmesi de takdiri hakediyor.
Godzilla'yı sadece radyasyon kurbanı olarak tanımlamayıp, mitolojik bir efsane olarak sunan hatta kendisine 'alfa avcı' sıfatını layık görerek olumlu yanlarını arttıran filmin gözden kaçmayacak bir falsosu daha var ne yazık ki. O da gerilimin had safhaya tırmandığı anları askeri geyiklerle, defalarca kesintiye uğratması. Suyun üzerinde görünen dikenleriyle bir köprüye saldırmasını beklediğimiz, Jaws'a olan sevgimizi bizlere hatırlattığı anlarda da Hawai saldırısında da San Francisco bölümlerinde de araya sürekli karargah görüntüleri girmemeliydi. Belki o zaman, senelerdir köprü üzerinde kurtarılmayı bekleyen okul otobüsü fikrine ve hala gökdelenlerde beklemeye devam eden işkoliklere daha ılımlı yaklaşabilirdik...
firatatac.com