Şu an sinemalarımızda gösterilen bir diğer film Zoraki Kral'ın (The King's Speech) ise Coen sinemasının antitezi olduğunu söyleyebiliriz. Coen filmlerinin aksine, buradaki yetersizliğin acilen yeterliliğe çevrilmesi, kekeme kralın iyileştirilmesi, konuşmayı beceren birine dönüştürülmesi gerekiyor. Coen filmleri, kendini fazla önemseyen, dünyanın kaderinin kendi elinin ucunda olduğunu zanneden insanların olayların gidişatı karşısındaki çaresizliğini anlatırken, Zoraki Kral, küçük bir adamın 'büyük'leşmesini resmediyor. Değişen dünya düzeninde siyasi iradesi kalmamış bir kralın öyküsünden öyle bir final çıkarıyor ki film, Kral George kekemeliğini yenerken adeta İngiliz ulusu özgürleşiyor, dünya rayına oturuyor, cümle alem tek bir insanın başarısında teselli buluyor. Oysa temelde Hitler-Musolini faşizminin Avrupa'daki yükselişinin fonunda, sesi çıkmayan bir muktedirin acıları ve bastırılmış hırsıyla özdeşleşmeye zorlanıyoruz! Kral George hem bir aile babası olarak çocuklarına ve karısına kendini kanıtlıyor, aile reisi kimliğini taşır bir hale geliyor, hem de 'ulusun vicdanı'nı seslendiren sahici bir krala dönüşüyor. Tek bir erkeğin iktidar duygusunu edinmesinin hikâyesi adım adım o kadar büyütülüyor ki, toplumun en küçük birimi aileden ulusa, ulustan evrene yayılan, giderek genişleyen bir iktidar onarımı anlatısı çıkıyor ortaya.
Kurumsal başarıyı, iktidar duygusunun temin edilmesini, üstünlük hissini ve modern kültürel hayatın bu gibi narsisistik hazlarını bu denli ciddiye alan, tüm bu kazanımları allayıp pullayarak, insan hayatının merkezine yerleştirerek, 'sosyal hayatta başarılı olma endişesi'ni körükleyen onca filmin içinde bir Coen filmi izlemek her zaman iyi gelir insana. Tüm bu endişelerin, mevki koruma, mevki edinme dertlerinin gölgesinde "zamanın uçup gittiğini" arada bir hatırlamaya ihtiyacımız var ne de olsa, insan kalabilmek için.